10 Eylül 2008 Çarşamba

BEYOĞLU


Beyoğlu insanı hem sahiplenen hem de dışlayan bir belde. Günün her saatindeki kalabalıklığı, insan tiplerinin çokluğu, karmaşası, gürültüsü, renkliliğiyle her dem çekici. Hemen herkes, nereden ve ne amaçla gelmiş olursa olsun, ortada kendini bulabiliyor; kendinden, yabancı olmadığı bir parça keşfedebiliyor. O an’la, o parçayı gördüğü/yeniden tanıştığı/algıladığı/ duyumsadığı an’la hemken iletişime geçiyor ve sanıyor ki, o an’a sahip olduğu anda, kentin de sahibi olacak. Karakedi plakçısından dışarı fırlayan bir melodi onu geldiği yere götürüyor; götürürken de beraberinde nice anıyı sunuyor beraberinde. O anı labirentinde, yabancı bir yerde tam kendini bildik bir yerde ve güvende hissetmeye başlamışken insan, birden detaylar değişiveriyor. Biri çarpıyor yürürken, biri ayağa basıyor, biri yüksek sesle bağırmaya başlıyor, bir yerlerden bir koku geliyor, az ilerideki Mefisto’dan bambaşka bir müzik yayılmaya başlıyor ve her tını, her adım, insanların üzerindeki her manto, şapka, kaşkol, bere birden anılar bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Bu, kentin, yaşayanlarına oynadığı oyunların en basiti: tam bir yere ait hissettirmişken, birden dışlaması – yalnız olduğunu, tek başına olduğunu algılatması.
İnsan kendini güvende hissettiği yerleri sahiplenmeye meyillidir. Orasıyla özdeşleştirir kendini. Her şeyi kendinden bir parça olarak görmeye başlar, her parçanın da kendinin olduğunu sanır. Beyoğlu ise oyuncudur, sahiplenilmeye izin vermez, tuzaklarla doludur. Birden en uysal kadın gibi kollarını açar, gel bana der, sarıl bana, sık beni, başını omzuma yasla; mutluluğu, huzuru, sakinliği sunacağım sana. Yumuşar insan Beyoğlu karşısında, yollarının pis olduğunu görür, ama burası Beyoğlu, der. Kaosunu yaşar, başka Beyoğlu yok, der. Saray muhallebicisinin vitrinidir insana güvence veren, Çiçek pasajının keşmekeşidir insanı rahatlatan. Emek sinemasının yanlara doğru açılan perdeleridir insana kendini evinde hissettiren. Kapanmış olan Atlas sinemasının yerinde yine o sinemayı görebilmektir kişiye “görebiliyorum, öyleyse hâlâ varım,” dedirten. Değişik pasajlarındaki yozlaşmaya karşın, tarihten gelen kokusudur, insana yıllardır var olduğunu hissettiren. Beyoğlu geçmişi ve geleceği, aynı zaman diliminde; bugünde, o an’da yaşatmayı beceren beldedir. Beyoğlu özlenendir, Beyoğlu ulaşılmak istenendir, Beyoğlu gerçekteki hayal, hayaldeki gerçektir.
Ama…
Beyoğlu bir yandan ‘ama’larla doludur. Yıllardır nicelerine açmıştır kendini ama bakiredir, dokunulmak istemez. Her an insana sunacak dokunulmamış, ellenmemiş, açılmamış bir yeri vardır. Konuşmaya hazırdır ama sırlarla doludur, gizemler saklar derinliklerinde. Her konuşulduğunda bir sırrını açıklar ama her açıkladığı sır, bir başka sırrın olduğunu söyler. Keşfedilmeyi bekleyen Atlantis gibidir, bir zamanlar var olduğuna dair her türlü kanıtı gösterir ama her kanıt bir daha keşfedilemeyeceğinin göstergesidir sanki. Kaprisli bir oyuncudur Beyoğlu; takdir edilmek ister ama fazla alkışlandığında, o kadar da iyi değildim der. Alkışlanmazsa da bozulur, beğenilmediğini sanır ve küser. İlk karşılaşıldığında Beyoğlu insana “Bir bahar akşamı rastladım size / daha önceleri neredeydiniz?” gibilerden bir tını söyler ama eşlik edilmeye kalkıldığında insan ağzından “şimdi uzaklardasın”ın nağmelerinin döküldüğünü görüp şaşar.
Beyoğlu kimi zaman, bilhassa kapalı havalarda, elektrikler yokken, ortalığı sadece ay ışığı aydınlatıyorken, ‘ama’asındaki a’ların başına şapka giyer; o zaman gerçekten kör olur. Görmez etrafını, olup bitenleri. Duygulara, hissedişlere kapatır kapılarını, söylenenleri de duymaz olur. İnsan o zamanlar ulaşamaz Beyoğlu’na; yine oradadır, onladır ama tümüyle bir yabancıdır artık. Ne anılarını anımsayabilir, ne bugünü yaşar, ne geçmişi düşünür, ne de geleceği planlayacak güç bulur kendinde. Boşlukta asılmış gibidir, kendini boşluktan kurtaramayacak gibidir. Anlayamaz önce ne olduğunu, bunca zamandır sevdiği, iletişime girdiği, aşk yaşadığını zannettiği Beyoğlu’nun neden böyle davrandığını çözümleyemez. Aslında yanıtı da yoktur sorularının, Beyoğlu öyle istemiştir sadece; ve açıklama yapmak zorunda da hissetmez kendini.
Bir hermafrodittir Beyoğlu, hem kadın hem de erkek; hem bir amazon, hem de en cilveli sevgili; hem sadece aşil kemiğinden yaralanabilen bir Truva savaşçısı, hem de hiç zırhı olmayan bir yer; hem aydınlıkların kraliçesi, hem de karanlıkların prensi; hem ısıtan güneş, hem de üşüten ayaz; hem koruyucu, hem de korunmaya en muhtaç olan; sessizlikte vahşi geceler yaratabilen ama en korkulu anda sakin kalabilen; hem kaçan hem de kovalayan; av tanrıçası Diana olan ama kendi de av olabilen.
Bir tutkudur Beyoğlu, hem fırtınalı bir hava, hem dalgalı bir deniz, hem doğan güneş, hem tan ağartısı, hem de mehtap olabilen.

Hiç yorum yok: