9 Eylül 2008 Salı

ATATÜRK VE MOZART - İKİ DAHİ

Türk Dil Kurumu dahi kelimesini olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, deha, olarak tanımlıyor. Kurumun internetteki sitesinde, her kelime için olduğu gibi, dahi kelimesinin kullanımıyla ilgili örnek de verilmiş: “Atatürk, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan dahiler soyundandı. (Haldun Taner)”

Wolfgang Amadeus Mozart ve Mustafa Kemal Atatürk farklı yüzyıllarda yaşadılar. Yaptıkları farklıydı. Yaşadıkları koşullar değişikti. Hedefleri farklıydı. Buna karşın Mozart’a müziğin dehası, Atatürk’e de askerlik ve politikanın dehası denmektedir. Ve kanımca isimlerinin başına bu sıfatın yakıştırılmış olması ikisinin de salt yaratıcı gücü ve yeteneği olmasından öte bir yaklaşımla irdelenmelidir.

Satır başlarıyla Mozart’ın yaşamına bakalım: 4 yaşında herhangi bir müzik parçasını yarım saatte öğrenebiliyordu. 6 yaşında besteciliğe başladı. 8 yaşında ilk senfonisini besteledi. 7-15 yaşları arasında Avrupa’nın yarısını konser vererek gezmekteydi. 1777’de Münih, Mannheim ve Paris turnesine çıktı. Paris’te annesi öldü, Salzburg’a dönmek zorunda kaldı. 1779’da Salzburg kardinalinin koruması altına girdi. 1781’de kilisedeki görevinden ayrıldı ve aksini yapsaydı rahat koşullarda yaşayabilecekken, ömrünün sonuna dek devrin geleneklerinin aksine hiçbir din veya saray himayesi altına girmedi. Bu açıdan, müzik tarihinin kilise, saray veya bir zengin koruması altında olmayan ilk freelance bestecisi olduğu söylenebilir.

Atatürk’ün yaşamına bakalım şimdi de: 7 yaşında okuldan ayrıldı sonra babasının ölümü üzerine 8 yaşında Selanik Mülkiye İdadisi’ne girdi. 10 yaşında Selanik Askeri Rüşdiyesi’ndeydi. 25 yaşında Şam’da Vatan Hürriyet Cemiyetini kurdu, 26 yaşında Selanik’e kaçak olarak gelip cemiyetin şubesini açtı. 27 yaşında Selanik – Ürgüp, 30 yaşında İstanbul ve Bingazi’deydi. 31 yaşında böbrek rahatsızlığı çekti. 32 yaşında Bolayır, 33 yaşında Bükreş ve Belgrad’da görev aldı. Çanakkale destanını yazdığında 34 yaşındaydı; 36 yaşında Suriye, 37 yaşında Halep’deydi. 38 yaşında Samsun’a çıktı ve aynı sene saray tarafından idama mahkum edildi. Ve yine aynı yaşta en yakın bildiği kişiler kendisinin kongre başkanlığı aleyhine oy kullandılar.

8 Temmuz 1919’da Vükela Meclisi, Atatürk'ün 3. Ordu Müfettişliği'nden alınması gerektiğine karar verir. 8-9 Temmuz 1919 Atatürk telgraf vasıtasıyla sarayla görüşür ve kendisine resmi memuriyetine son verildiği bildirilir. Bu tarihte Mustafa Kemal, Çanakkale Kahramanı olarak tanınmaktadır; hedefi yurdu kurtarmaktır ve asker olması, emrinde kıta(lar) olması bu hedefine ulaşmasında işini kolaylaştırıcı bir öğedir. Ama sarayla görüşmesinden Atatürk hiç vakit geçirmeden gece saat 10.50'de Harbiye Nezareti'ne ve 11.00'den sonra da Padişah'a, resmi vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifa ettiğini bildiren telgrafı çeker: "Büyük bir aşk ile bağlı bulunduğum yüce askerlik mesleğimden de istifamı sunarak veda ettiğimi arz ederim"

Ertesi gün, 9 Temmuz’da bu kararının ne kadar geri dönülmez olduğunu halkıyla paylaşarak perçinler: “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan pek aşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes milli gayemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir lerd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilan eylerim."

Mustafa Kemal, günümüzde çok kullanılan, ama maalesef sadece kullanılmakla kalan moda tabirle sine-i millete dönmüştür.

Bir de Mozart’ın saray korumasından ayrıldığı zaman yazdıklarına bakalım: “Sevgili Babacığım, Hizmetinden ayrılma kararını bildirmek için Kont Colleredo'nun yanına gittiğimde ondan beklemediğim bir hakaretle karşılaştım. Artık Salzburg Sarayının hizmetinde değilim ve hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum. İnsanları onurlu ve soylu yapan kalbidir. Kont değilsem de içimde bir sürü konttan daha çok soyluluk var."

Mozart klasik müziğin hemen her alanında eser veren neredeyse tek bestecidir. Köchel kataloğunda 49 senfoni, 20 opera ve 20 piyano konçertosu yer almaktadır. Bestelerine bakıldığında bir çok özelliğini görürüz: Devrimcidir; Figaro’nun Düğünün operasının baş kahramanı, o güne dek alışılanın tersine, bir soylu değil; soylunun hizmetçisidir. Evrenseldir; Eserlerinde antik çağların polifonisini, Orta ye Kuzey Almanya'nın barok müziğini, İtalyan operasının yeni katkılarını, Viyana Mannheim okullarının çalgı müziği tekniğini ve o zamanki Fransız müziğinin özelliklerini bağdaştırmayı bilmiştir (Saraydan kız kaçırma, Alla Turca). Filozoftur; Ölümü, “İnsanın en yakın arkadaşı,” olarak tanımlamış; konuk olduğu bu dünyada yapabileceği en iyi şeyin Tanrı vergisi yeteneğini en üst düzeyde kullanmak olduğunun ayrımında olarak yaşamıştır. Daha kağıda dökmeden önce bestenin bitmiş olması, Mozart'ın belli başlı bestecilik özelliğidir. Müziğini notaya geçirmesi O'nun için yalnızca mekanik bir iştir. Dolayısıyla bu işi daima son ana bırakmayı tercih etmiştir. Eserlerinin çoğu, uzun süreli tasarım ve değerlendirmelerin ürünüdür.

Yaratılarının uzun süreli tasarım ve değerlendirme sonucu oluşu, kanımca Atatürk’le Mozart, bu iki dahi arasındaki en önemli ortak paydayı oluşturuyor. Bunu açıklamak için de Atatürk’ün devrimlerini anımsayalım:

1. Siyasal Devrimler: · Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) · Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması · Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Mozart ve Mustafa Kemal arasındaki dehalık benzerliğini irdelemek için Halifeliğin kaldırılması ve Harf Devrimlerine ileride değineceğiz. Ama öncesinde bir dahinin beyninin nasıl çalıştığını az da olsa anlayabilme adına Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, cumhuriyetin alnına giden yolda Atatürk’ün bazı söylemlerine bakalım:

Laiklik konusunda: “Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz."

Milliyetçilik üzerine: "Özellikle bizim ulusumuz, ulusal anlayışa sırt çevirmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar, hep ulusal ilkelere sarılarak, ulusçu ilkenin gücüne dayanarak kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzü yitirdiğimiz anda, bizi aşağıladılar, küçük gördüler. Anladık ki, suçumuz kendimizi unutmamızmış.”

Halkçılık üzerine: “Bizim halkımız, yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlığı ve gayretleri birbirine gerekli olan sınıflardan oluşur. Bu dakikada dinleyenlerim, çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi, ötekisinin karşısında olabilir. Çiftçilerin, sanatkarlara; sanatkarların çiftçilere ve çiftçinin, tüccara ve bunların hepsinin, ötekine ve işçiye ihtiyacı olduğunu kim yalanlayabilir?"

Devletçilik üzerine: “Devletle bireyin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmak... İlke olarak devlet, bireyin yerini almamalıdır. Fakat bireyin gelişmesi için, genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel faaliyeti, ekonomik kalkınmanın asıl kaynağı olarak kalmalıdır. Devletle birey, birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik kişisel gayret ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirebilmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda, devleti doğrudan ilgili kılmaktır.”

Ulusçuluk ilkesi üzerine: “Bir ulusun diğer uluslara bakarak, doğal ve kazanılmış özel karakterlere sahip olması, diğer uluslardan farklı bir varlık meydana getirmesi, genellikle onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışması anlayışı…”

Devrimcilik üzerine: “Devrimin yasası, öbür yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı bozmadıkça, başladığımız devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki çağlarda da böyle olacaktır.”

Tüm bu söylemler, söylendiği zaman göz önüne alındığında, bir dahinin beyninin nasıl uzun süreli bir planla çalıştığını, elde edilenle (Kurtuluş Savaşının kazanılması) asla yetinmediğini ve ileride göreceğimiz gibi her adımın bir sonraki hamleye hazırlıkta nasıl kullanıldığının göstergesidir.

Örnek iki devrimimize dönelim: Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) ve Harf Devrimi (1 Kasım 1928).

Halifeliğin kaldırılmasından 2, Harf Devriminden 6 yıl önce, 1922 yılında Atatürk Millet Meclisi açılış konuşmasında küsüden şu şekilde seslenmekteydi: “Camilerin kutsal minberleri halkın din ve ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını sağlamak, Şeriye Bakanlığının önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne seslenmekle Müslüman kişinin bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir.”

Dikkatle okunduğunda söylemi birkaç maddeye ayırabiliriz: İlk cümlede camiler yüceltilmektedir, ikinci cümlede camilerde söylenenin halk tarafından anlaşılması gerekliliği, dolayısıyla şimdiki haliyle anlaşılamadığı vurgulanmakta, bunun sağlanmasının Şeriye Bakanlığının iş tanımına dahil olduğu belirtilmekte ve nihayet son cümlede din öğesi vurgulanarak bireyin bundan sağlayacağı faydanın altı çizilmektedir. Halifelik kalkmalı veya Latin alfabesi kabul edilmeli gibilerinden bir söyleme rastlanmaz.

7 Şubat 1923’de Balıkesir Zağnos Ağa Cami minberinden halka seslenir Atatürk. “Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişahın namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç, halkı aydınlatma ve ona doğru yolu göstermektir; başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir.”

Latin harflerinin kabul edilmesine daha 5 yıl vardır, ortada bunla ilgili bir çalışma bile yoktur. Burada halife ve padişah namını taşıyan müstebit, yani onlar adına konuşan zorbalar denilerek padişah ve halife, hutbeleri kendi çıkarlarına göre verenlerden ayrı tutulmakta, halkın buna tepki duymaması da kullanılan dilin anlaşılmaz olmasına bağlanmakta, hutbelerle hedefin ne olduğu (halkın aydınlatılması) vurgulanmakta ve hutbelerde güncelleştirme yapılmamasının halkın geri kalmasına yol açacağının altı çizilmekte ve satır arasında da bunun kimilerinin çıkarına olduğu belirtilmektedir.

Mustafa Kemal konuşmasını, “Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır,” sözleriyle bitirir. Bu bölümde hutbeyi verecek kişilerin yetkinliği net olarak tanımlanmakta, ama daha da ötesi, kullanılan dilin değişmesi gerekliliği net olarak söylenmektedir. Ve daha dikkat çekici olan, Atatürk’ün bunu vurgularken, “Hutbelerin tümüyle Türkçe olması iyi olur,” gibi yumuşak kelimeler kullanmak yerine, “…olmalıdır ve olacaktır,” gibi emredici, tartışmaya açık olmayan bir dil kullanmasıdır.

Osmanlı toplumunun geri kalmasındaki nedenleri çok iyi saptamış olan Atatürk, toplumun değer verdiği öğeleri (din ve padişah) de çok iyi bilmektedir. Kafasındaki hedefe ulaşmak için bu öğelerin bir seferde dışlanmaması gerektiğini, hedefe varmak için kullanılabileceklerini de belirlemiş durumdadır. Hilafet 1924’de kaldırılır.

Latin harflerinin kabülüne giden yoldaki yolculuğumuza devam edelim. 10 Nisan 1926’da sessiz sedasız çıkartılan bir yasayla Türk yurttaşlarına ait şirket ve kuruluşların Türkiye sınırları içerisinde sözleşme, iletişim, hesap ve defter tutma gibi her türlü işlemlerinin Türkçe olması zorunluluğu getirilir, buna uymayanlar cezalandırılacaklardır. Başarılı her lider gibi hedeflerine ulaşmakta yakın çevresindekileri kullanmakta da usta olan Atatürk, Ekim 1927: dil uzmanı Ahmet Cevat Emre’yi Vakit gazetesinde Lisanımız Hakkında Bir Kalem Tecrübesi başlıklı bir yazı dizisine başlatır. Emre bu yazı dizisinde, “Alfabe, dili biçimlendiren bir araç olduğuna göre, yazı ve dil sorunlarının birlikte ele alınmasının daha doğru olacağı…” görüşünü belirtir. O ana dek Latin harflerinin kabul edilmesi gerekliliği yönünde sinyal veren konuşmalar yapan lider, burada çıtayı bir miktar daha yükseltmekte ve ilk kez dil sorunu, yani kullanılan dilin de Türkçeleştirilmesi gerektiği görüşünü belirtmektedir. Ve nihayet 23 Mayıs 1928’de Dil Heyeti ya da Alfabe Encümeni diye anılan dokuz üyeli özel bir kurul oluşturulur; kurulda eğitimci, dil uzmanı, yazar milletvekili olarak üç ayrı kesimden üçer üye görevlendirilir. Kurul üyelerinin çalışmalarının birkaç sene içinde biteceğini söylemelerine Atatürk aylar içinde bitirilmesi emrini verir. Daha Latin alfabesi kabul edilmeden, 9 Ağustos 1928’de, "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum," sözlerini söyleyerek eskiyle aradaki köprüyü tamamen atar. Ve 1 Kasım 1928’de Dil Devrimi olarak tanımlanan olay gerçekleşir.

Kısa bir ara özet yapmak gerekirse, dahi bir liderin kafasında çok önceden belirlediği bir atılım, 6 yıl önceden başlayan, toplumu bu değişime hazırlayan, gerekçelerini sıralayan ve kabul ettiren konuşmalarla, amacına ulaşmakta toplumun değer verdiği (ama kendisinin belli ölçüde gözden çıkarttığı) kurumlar ve kişiler de kullanılarak adım adım gerçekleştirilmiştir.

Türk devrimleri içinde Dil Devrimi zamanın dış basınında en ilgi çeken devrim olmuştur. Latin harflerini kabulünden iki ay sonra National Geographic, ondan bir ay sonra da L’Illustration dergileri bunu kapak konusu yapmışlardır. National Geographic dergisindeki yazıda değişimin halk tarafından nasıl kabul edildiği, herkesin yeni alfabeyi öğrenmek için nasıl çabaladığı anlatılmakta ve böylesine radikal bir değişimi halkına ancak bir dahinin kabul ettirebileceği belirtilmektedir.

Ama dahinin kafasındaki uygulamalar bununla da bitmez. Alfabe Encümeni’nindekilerin görevleri bittiği gerekçesiyle ayrılmak istemelerini Atatürk kabul etmez, dil sorunu daha çözülmemiştir, encümenin adı Dil Heyeti’ne çevrilir ve üye sayısı on yediye çıkartılır. Heyetin ilk toplantısındaki konuşmasında Mustafa Kemal hedef ve görevleri şu şekilde tanımlar:
a) Bir mektep lügati (okul sözlüğü) hazırlanması,
b) İmlâ lügatinin (yazım kılavuzu) hazırlanması,
c) Türkçenin gramerinin (dilbilgisi kurallarının) saptanması,
ç) Sözlük çalışmalarına esas olmak üzere de Fransızca 2 ciltlik Larousse’un saf Türkçe olarak çevrilmesi.

Temmuz 1932’de Dil Heyeti, Türk Dil Tetkik Kurumu adını alır, 26 Eylül – 5 Ekim 1932’de de 1. Dil Kurultayı toplanır. Atatürk buradaki açış konuşmasında, yıllar önce devrimcilik anlayışını belirtirken vurguladığı devrimler süreklidir kavramına uygun olarak konuşma yapar: “Amacımız, Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek, Türkçe’yi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek, bunun için, bugün yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış öğeleri atmak.ve halkçı bir yönetimin istediği biçimde halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmaktır.”
Bu amaca ulaşmak için yapılacaklar da belirlemiştir: “Derleme Defterleri ve kılavuzlar derhal ve nefis surette bastırılacak; bültenin nefis ve cazip şekilde derhal bastırılacak, şimdiki Anadolu Kulübü binası ayın 2’inci gününe kadar Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez Heyetine devir ve teslim edilecektir.”
Lütfen detaylara dikkat edin, derleme defter basılacak değil, nefis surette bastırılacak, bülten cazip şekilde bastırılacak…

İlk tohumu 1922’de atılan Dil Devrimi 1932’de toplanan kurultayla hedefine ulaşmıştır. İşte bir dahinin beyin yapısı: hedefini belirleme, ona inanma, toplumunu bu hedefe hazırlama, asla vazgeçmeme, işin hedefe ulaşılmasıyla sonlanmadığını bilme, sürekliliği ve takibi sağlama.

Ama bir dakika. Belki dahi liderin kafasında olay 1922’den de önce başlamıştı. Şu anıya göz atalım:
“‘Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.’ dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: ‘Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!’ dedi.
Süreyya da, ben de: ‘Bundan emin olabilirsin, Paşam!’ dedik. ‘Öyle ise tarih koy!’ dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, ‘Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.’
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve ‘Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?’ dedi.”

Atatürk öylesine bir dahi liderdir ki, İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da, “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek, hükümet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” ilk hedefi olan İstiklal Harbinin kazanılmasına giden yolda bu şekilde toplumun her kesiminin desteğini almıştır.

Nostalji kelimesinin sözlük anlamı geçmişe özlem. Bu özlem genellikle yaşanmış bir geçmişe oluyor; çocukluğa, eskiden yaşanmış bir yere vs; çünkü özlemi anılar doğuruyor. Peki altmış dokuz yıl önce ölmüş, sadece resimlerini gördüğümüz birine özlem duyma nasıl açıklanıyor?

2 yorum:

25 th February dedi ki...

Bu yaziyi daha önce okumamısim...Hercekten harika saptamalari olan cok güzel bir yazı. Tebrikler

25 th February dedi ki...

Bu yaziyi daha önce okumamısim...Hercekten harika saptamalari olan cok güzel bir yazı. Tebrikler