24 Kasım 2008 Pazartesi

RUHTAKİ ÇİÇEK

RUHTAKİ ÇİÇEK
İki yanında badanası aşınmış, yer yer dökülmüş, giriş kapıları paslı apartmanların sıralandığı çıkmaz sokağın bitiminde, boş bir arsanın hemen yanındaki apartmanın ikinci katındaydı taşındığım daire. Kaldırımdaki taşlar yerlerinden çıkmış, kimi yerlerde hepten kaybolmuştu; bir zamanlar asfalt olan sokaktaki çatlakların arasına, çukurlara birikmiş olan yağmur suları, kimbilir ne zaman, kimin tarafından atıldığı belli olmayan bira şişeleri, kola kutuları, kimisini ağzı bağlı , kimisinin içindekiler sağa sola saçılmış naylon torbalarla birlikte, “Eskiyiz ve yorgunuz,” diye haykırıyorlardı adeta; “Eskiyiz, yorgunuz ve bize dokunmayın. Bu şekilde, giderek kirlenerek, ıslanarak yok olacağız.”
Yorgun haline tezatmışçasına, belediyenin sokağın girişine yeni koymuş olduğu belli olan tabela da, tabelada kırmızı üzerine beyaz harflerle yazılmış isim de alay eder gibiydi: “Biz Sokağı.” Taşınmadan evvelki gidiş gelişlerimde ne pencerelerden, ne perde aralarından bakan kimseyi gördüğüm, ne de çocukların oynadığı bu sokağa “Biz” gibi aidiyet, birleştiricilik duygusu veren bir isim vermek hangi aklı evvel görevlinin işiydi bilmiyorum ama, taşındığım apartmanın, giriş üzerindeki camda, sarımsı renkte, kimisi aşınmış harflerle yazılı olan adı, binanın başka hiçbir yerde değil, sadece o sokakta, sokağın sonunda ve boş arsanın yanında olabileceğini simgeliyordu: “Yalnızlar apartmanı.”
Apartman üç katlıydı, adını ilk gördüğümde, Peyami Sefa hayranı birinin yaptırdığını düşlemiştim. Önce yakınları tarafından terk edilmiş biri olduğu düşmüştü aklıma, sonra bundan vaz geçip, çevresinde bir sürü insan varken, günleri kahkahalarla geçerken, bir anı bile boş değilken, aslında kimseyle yakın olamayan, dertlerini paylaşacağı, içini dökeceği kimse olmayan birini hayal etmeye başlamıştım. Onu patron olarak görüyordum; odasına giren çıkan sekreterleri, bir dediğini iki etmeyen çalışanları vardı. Ağzından çıkan tek bir kelimeyle fabrikalar alıp satıyor, milyarlarca lirayla oyuncak gibi oynuyordu. Suratı her dem asık değilse de, nadiren gülüyordu. Öğlen yemeklerini hep birileriyle, gürültülü konuşmaların yapıldığı, üzerinde sigara, püro dumanlarının sis oluşturduğu masalarda yiyordu. Akşamları şoförünün kullandığın arabayla gittiği evinde onu her dem bakımlı, makyajlı karısı karşılıyor, yemekte işten hiç bahsetmiyor, ahçının hazırladığı, hizmetçinin servis ettiği yemekleri yerken hafta sonu gidecekleri kayak gezisinden veya sömestir tatilinde çocukları nereye götüreceklerinden konuşuyorlardı. Bir metresi vardı, haftanın belli günlerinde onunla buluşuyor, öğle sonrasını birlikte geçiriyorlardı. Başlarda metresine içini açabileceğini, aklından geçenleri söyleyebileceğini düşünmüştü, ama kısa bir süre sonra evliliğinde yaşadığı monotonluğun bir benzerini bu beraberlilğinde de yaşamaya başlamış ve nihayetinde abartılı cinselliğin yaşandığı tali bir yaşama dönüşmüştü kaçamakları; metresi onun eşini bırakıp kendisiyle evlenmesi hayallerini, o da gerçek kendini paylaşabileceği düşlerini bir yana atmışlardı. Nedensiz, amaçsız, geçirilen saatler sonrasında içlerindeki boşluk duygusununu daha da derinleştiren, daha da belirgin hale getiren zaman dilimleriydi yaşadıkları. Sadece şoförü biliyordu metresin varlığını, o da yıllardır yanında çalıştığı patronuna duyduğu sadakate uyar bir şekilde onu saatler boyu kapısında beklediği apartmandan eve götürürken hiç ağzını açmıyor, kimi zaman metrese alınan pahalı hediyeleri teslim ederken, “Beyefendi bunu size gönderdi,”den başka tek bir kelime etmiyordu. Adamsa hissettiklerini, istemlerini sadece şoförüyle paylaşıyordu; bunlar da, “Yorgunum,” veya, “Bugün eve sahil yolundan gidelim, denizi görmeyi özledim,”den ibaretti.
Ve etrafındaki kalabalığa, mutlu görünen evliliğine, kendisini seven çocuklarına, yatakta her türlü isteğine evet diyen metresine karşı insanların gözlerine bakamayan, konuşamayan, konuştuğunda kendisini anlatamayan, belki kendisine bile uzak olan adamın bir gün canına tak demiş, nasıl olduysa kentin, belki hayatında bir kez geçtiği bu düşük semtinin terk edilmiş sokağındaki arsayı almış ve belki de sadece yalnızların oturmasını düşlediği apartmanı inşa ettirmiş ve sonrasında da ne olduğuyla ilgilenmemişti bile. Belki karısının, çocuklarının, metresinin, mirasçılarının haberleri bile yoktu Yalnızlar apartmanının varlığından. Belki iş gezisine gidiyorum diye evden uzaklaştığı kimi zamanları burada, kendi için hazırlattığı üst dairede geçirmişti. Belki yalnızlığıyla başbaşa kaldığı zamanlarda burada da bir iki macera yaşamıştı. Belki herşeyi, ailesini, işini, şatafatlı yaşamını bırakıp, kimliğini, ismini değiştirip, geçmişini kimsenin bilmediği bu semtte, yeni, gerçek diyebileceği bir yaşama başlamayı düşünmüştü. Çocuklarına kendisini yalnız hissettiğini, neden böyle bir adım atması gerektiğini açıklayacak, karısına hiçbir şey söylemeyecek, metresine de pahalı bir hediye gönderip kendini unutturacaktı.
Herşeyi hazırlamıştı, işlerinin devri, konuşurken çocuklarına söyleyecekleri, yeni yaşamına başlayabilmesi için yanına neler alması gerektiği... Hepsi kafasında hazırdı. Ama bir noktada ne olduğunu çıkartamadığım birşeyler olmuş, kendisini gerçek yaşamına kavuşturacak adımı atamamıştı. Belki cesareti kırılmıştı, belki yaşlandığını hissetmişti, belki korkmuştu; ama ne olursa olsun, olduğu yerde kalmıştı. Sonrasında bir süre içine kapanmış, yanındakileri kendisinden uzaklaştırmış, her zamankinden daha da ulaşılmaz olmuştu.
Eski iş adamı kimliğine geri döndüğü gün de apartmanı sadık şoförüne devretmiş, “O adımı atsaydım acaba yaşamım nasıl olurdu?” sorusunu kendisine ne zaman soracağını bilmediği geleceği yaşamaya başlamış, bir daha da Biz Sokağı’nın yakınından bile geçmemişti.
Loş ışık veren ampülün aydınlattığı merdivenlerden çıkarken, bir yandan da kapıcının bitkin bir tonda anlattıklarını dinliyordum. “Girişte ben oturuyorum. Karşı dairenizde üniversitede okuyan iki genç var. Sizin üstünüzdeki daire boş. Buraya taşınanlar hep bir senede gidiyorlar. İnşallah siz kalıcı olursunuz.” Taşınırken, eşyalarımın azlığından –bir masa, bir yatak, iki koltuk, iki sandalye, müzik seti ve daktilo- olsa gerek aynı soruyu başka kelimelerle sormuştu. “Televizyon sonra mı gelecek?” Öyle bir tonda sormuştu ki, sanki televizyonun varlığı, her akşam diğer evlerle aynı anda açılması, ince duvarlardan geçen mekanik seslerin birbirine karışması, izlenen birbirinden anlamsız dizilerden pencerelere yansıyan renksiz, karaktersiz ışıklar ona göre, Biz sokağı Yalnızlar apartmanı komününün kalıcılık simgesiydi.
“İnşallah siz kalıcı olursunuz,” derken, sesinde ne kısa süre kalıp gidenlere yönelik bir serzeniş vardı, ne de kalıcı olursam çok güzel ve değişik şeylerin olacağı yönünde bir vaat. Sanki o da binayı yapan kişi gibi çoktan dış dünyayla ilişkisini kesmiş,kendine “ Köyümde kalsaydım yaşamım acaba nasıl olurdu?” sorusunu sormayı çoktan bırakmıştı. Konuşmuş olmak için, apartmanda ne kadardır kapıcılık yaptığını sordum. Kısaca, “Uzun süredir,” diye yanıtladı.
“Apartman inşa edildiğinden beri mi?”
“Hep.”
Aklıma onlarca soru geldi. Binayı kimin yaptırdığı, şimdi nerede olduğu, kiralarken neden mal sahibinin ortalarda görünmediği, işleri neden kapıcı aracılığıyla yürüttüğü, apartmanda daha önceden kimlerin oturduğu, neden kısa sürede yeniden taşındıkları, mahallenin neden bakımsız olduğu, neden sokakta kimsenin olmadığı... Hepsini sezmiş, hiçbirine yanıt vermek istemiyormuşçasına, ellerimdeki bavullara aldırmaksızın cebinden çıkarttığı anahtarı uzattı, bilge bir tonda, “İnsan evinin kapısını kendi açmalı,” dedi ve bir şey söylememe fırsat kalmadan döndü, gitti.
Çevremdekilere haber vermeden, kimsenin beni bulamayacağından emin olduğum bu daireyi kitabımı yazmak için kiralamıştım. Kendisinde değişime, yaşadığı anın ruhunda çiçek açmasına neden olacak olan anı, duyguyu arayan bir adamın öyküsü olacaktı romanım. Ve adam, o anı yakaladığında, her şeyi bırakacak ve yaşamının geri kalan bölümünü sadece o anın verdiği huzur ve mutluluğu içinde tekrar tekrar yaşayarak geçirecekti.
Yeni evimde geçirdiğim ilk gece beni uykudan uyandıran gökgürültüsü müydü, başlayan şiddetli yağmurun camlarda yankılanması mıydı, bilmiyorum ama üst kattan gelen tıkırtıları uyku ile uyanıklık arasındaki yaşanmayan zamanı aşıp pencerelerin sıkıca kapalı olduğunu kontrol ettikten sonra yeniden yattığımda fark ettim. Önce çatıda bir yerden sızıntı olduğunu, su damladığını zannettim, ama kısa bir süre dinlediğimde duyduğum, “Tıp, tıp,” gibilerinden bir ses değildi. Sanki birisi terliklerini sürüyerek yürüyordu kapıcının boş olduğunu söylediği dairede. Gece sessizliğinde çıkarttığı sesin farkında olan ve alt katta oturanları rahatsız etmek istemeyen birinin yürüyüşü gibiydi. Arka arkaya iki üç adım atılmış gibi hışırtı geliyor, sonra bir sessizlik oluyor, derken daha hafif bir hışırtı duyuyordum. Yürüyen her kimse, adeta ayaklarını yerden kaldırarak ilerlemekte zorluk çekiyor, bunun için çaba gösteriyor ama başaramıyordu.
Dikkatle dinlediğimde terliklerin sürtünme sesinin kesildiği anlarda yukardakinin soluk soluğa kaldığını, nefes almaya çalıştığını duydum. Öksürmüyordu, boğazını temizlemeye çalışmıyordu, sadece hırıltıydı duyduğum.
Yaşlı, kilolu bir adam canlandı gözlerimin önünde. Yıllardır içtiği sigara yürümesi bir yana, oturduğu yerden kalkmasını bile zorlu bir hâle getirmişti. Ağır vücudunu taşıması, ihtiyacı olan havayı soluması bile olağanüstü çaba göstermesi gereken işlerdi artık onun için. İki adımda bir duruyor, koltuğun kenarına veya masaya tutunup soluklanıyordu. Durduğu zamanlarda, az da olsa düzenli nefes almaya başladıktan sonra hemen yürümüyor, sanki ilerlemesine engel olan nefes nefese kalması değilmiş de, bir turistmiş ve isteyerek durmuş gibi, ilk defa görüyormuşçasına, yıllardır yaşamının sessiz tanıkları olan duvarlara, eski takvim yapraklarından kesilip çerçeveletilmiş kimisi kırmızılı turunculu sonbaharı, kimisi çok uzaklardaki, bir zamanlar gitmeyi hayal ettiği, hatta hayallerinde nice kereler gittiği, güneşin hep ışıldadığı, denizin türküaz, mavi rengini hiç kaybetmediği çerçeveletilmiş resimlere, camlı dolapta yerleri nicedir değiştirilmemiş olan bardaklara, biblolara, goblen kumaşla kaplı koltuklara, salonu için çok büyük olduğunu bilmesine rağmen çok severek aldığı ayakları kıvrımlı masif maun masaya bakıyor, gördüklerinden tatmin olduğu –yeniden bir iki adım atacak gücü kendinde bulduğu- zaman da bedenini bir sonraki molaya kadar sürüklemeye devam ediyor, hedefi olan pencerenin yanındaki koltuğuna nihayet ulaşıyordu.
Yemeklerini kapıcının karısı hazırlıyordu; üç dört günde bir uğrayan, hastalığının başlarında bir kaç kez bu daireyi bırakmasını, yanına taşınmasını öneren uzaktan bir akrabası da vardı. O zamanlar şimdiye göre çok daha iyiydi, daha da iyi olacağına inanıyordu; ama tahminlerinin aksine durumu kötüleşmişti. Akraba bir süre sonra birlikte oturma önerisini, “Bir huzur evine yerleşsen... Orada günün her saati yardımcı olacak görevliler var,”a dönüştürmüştü ama adam hâlâ düzeleceğine inanıyordu. Bir de, akrabasının önerisi her ne kadar mantıklı olsa da, kendini yabancı bir yerde, başkasının bakımında göremiyordu. “Hayır,” demişti akrabasına, “beni başından atmak istemediğini biliyorum ama evimde kalmak istiyorum. Daha kötü olursam, belki...” Bunu söylerken o “belki”ye ne zaman nasıl karar vereceğini kendisinin de bilmediğini düşünmüştü.
Sabah perdeleri açıp yağmurun dindiğini, Biz sokağının bir önceki güne göre daha pis ve düzensiz olduğunu gördükten, kahvemi içip gazetelere göz gezdirdikten nice sonra gece duyduğum sesler aklıma düştü. Düşündükçe rüya olamayacak kadar gerçek olduğuna karar verdim yaşadıklarımın; hırıltılı solunum, terliklerin yere sürtünme sesleri neredeyse hâlâ kulaklarımdaydı. Elimde olmadan tavana baktım, sonra yaşlı adamı, adamın yalnızlığını, salon duvarlarındaki resimleri, masayı, goblen kumaşla kaplı koltukları hatırladığımda bu sefer yaşadıklarımın gerçek olamayacak kadar gerçek olduğuna, gerçek gibi yaşanmış bir rüya olduğuna karar verdim. Bir yerlerde gece uykudayken kimi ruhların bedenden ayrılıp özgürce dolaştıklarını okumuştum. “Özgür kalan ruh seyahat eder, geçmişer de gider, geleceğe de,” diye yazmıştı yazar; “Kimi zaman gittiği yerleri sadece ziyaret eder, kimi zamansa orada yaşananın bir parçası olur. Parçası olduğunda aslında orada yaşamak istiyordur. Böyle zamanlarda gittiği yeri kendine saklamaz, ait olduğu bedene de gösterir. Dokunabilecek kadar yakın, yaşanmış kadar gerçek olan rüyalar bunlardır. Gerçek iman sahibi, ruhların varlığına, ölümsüzlüğüne inanan kişi de bu durumda ruhunun isteğini yerine getirmeli, ruhun kimi zaman sembollerle gösterdiği bu yeri aramalı, bulmalı ve ruhuyla birlikte orada yaşamalıdır. Beden ancak ruhunu memnun ettiği zaman huzura erer. Ruhunun isteğini yerine getirmeyen bedense sonsuz yalnızlığa mahkumdur. ”
Gün boyu dakitilonun başında çalışırken zaman zaman müzik setini kapatıp elimden geldiğince sessizleşerek üst katta ses olup olmadığını dinlemedim dersem yalan olur. Ama çıt yoktu, zaten bir süre sonra yazmakta olduğum kitaba kitaba o kadar daldım ki, akşama doğru bir gece önce yaşadıklarım neredeyse tümüyle aklımdan çıkmıştı.
Gece olup yatağıma uzandığımda oldukça verimli bir gün geçirdiğimi düşündüm, epeydir bu denli rahat yazmamıştım. Son bir aydır okumakta zorlandığım kitap bile daha bir kolay okunur gibime geldi. Kaç sayfa okuyabildiğimi hatırlamıyorum ama karşımdaki harfler birbirine karıştığında, okuduğum son birkaç satırdan hiçbir şey anlamadığımı fark edip yeniden okumaya çalıştığımda ışığı kapatıp kendimi karanlığa bıraktım.
Uyandığımda bir gece önceki sesler daha belirgindi, neredeyse yan odadan geliyordu. Nasıl olduğunu anlamadan yataktan fırlayıp, kendimi şaşırtan bir hızla salona koştum. Kimse yoktu. Kilometrelerce koşmuş gibi nefes nefese kalmıştım, o kadar ki, solumam toparlanana dek yakındaki sandalyeye tutunmak zorunda kaldım.
Koltuğa oturduğumda beni uyandıran sesler yerini üst kattan gelen uğultulara bırakmıştı; iki kişi konuşuyordu. Boğuk, anlamsız uğultular duyuyordum. Arada sessizlik olan , cümleler bir yana, tek bir kelimesini bile tam olarak anlayamadığım bir konuşmaydı. Biri bir şeyler söylüyor, sonrasında sabırla karşısındakinin yanıt vermesini bekliyor gibiydi. Birinin uğultuları daha uzun, diğerinin daha kısaydı. Kısa konuşan yaşlı adam olmalı diye düşündüm, arada derin nefesler alıyor; konuşmak bile artık onun için bir yük. Karşısındaki? Karşısındaki uzaktan akrabası olabilirdi, bugün ziyarete gelmiş, adamın durumunun pek iyi olmadığını gördüğünde gece yalnız bırakmak istememişti. Şimdi, gecenin bu ilerlemiş saatinde, organlarıyla, soluğuyla, yaşamıyla tükenmiş olan yaşlı adama bir yandan yalnız olmadığını hissettirmeye çalışırken bir yandan da artık huzur evine, hatta bir hastaneye yatma vakti geldiğine ikna etmeye çabalıyordu. “Oralarda seni daha rahat ettirirler, daha farklı ilaçlar verirler, kendini daha iyi hissedersin, daha düzenli beslenirsin,” derken aslında içinden, “Bir gün gelip kapıyı açtığımda seni yatağında veya salonda yerde veya tuvalette kim bilir ne zaman düşmüş, ne kadardır ölü olduğunu bilmeden bulmak istemiyorum,” diyordu. “Seni o şekilde görmek, sonra gereken işlemler için belediyeye, doktora, polise telefon etmek zorunda kalmak, bir takım raporlara kötü türkçeyle yazılacak laflar etmek istemiyorum. Ölürken yalnız olmandan, cesedini tek başıma bulmaktan korkuyorum.”
Peki ya nasıl olmuştu da gündüz hiç ses duymamıştım? Belki çalışmaya çok dalmıştım, belki gündüz de üst kattan sesler geliyordu ama daktilomun tuşlarından çıkan, önümdeki sayfada beliren kelimelerin yarattığı müzik beni başka seslere sağırlaştırmıştı.
Belki de kapıcı yukarıdadır diye düşündüm, gündüz akrabası gelmiş ve adamın durumunun kötü olduğunu görmüş olsaydı, ne yapıp yapıp onu bir hastaneye götürürdü. Yaşlı adam kendini her zamankinden daha kötü hissedince kapıcıya haber vermiş, o da gelmişti. Kapıcıydı adama gecenin bu saatinde yoldaşlık eden; ama bunu düşünür düşünmez de aklıma kapıcının üst katta kimsenin oturmadığını söylediği geldi. Terliklerin sürtme sesi, sesli solumalar, şimdi duyduğum uğultular; bunlar gerçekti; üst katımda birisi yaşıyordu. “Kapıcı sana yalan söyledi,” dedi içimden bir ses, bir başka ses de, “Ne gerek vardı yalan söylemesine?” diye yanıtladı anında. “Üst katınızda geceleri ayaklarını sürüyerek yürüyen bir adam var,” dediği takdirde bu daireyi tutmayacağımdan mı korkmuştu? Veya Yalnızlar apartmanında kalıcı olmayacağımdan mı? Üstelik üst katta yaşlı, hasta bir adamın oturduğunun gizlemesinin ne anlamı olabilirdi ki? Her yanıtın yeni bir soru doğuracağı kısır döngüden kurtulmakiçin kalktım, hâlâ tam olarak yerleştiremediğim kitapların arasından ruhlarla ilgili kitabı buldum.
“Bazı ruhlar cezalandırılır, bedenleri yok olduktan sonra fâni dünyada yaşamaya devam ederler. Lanetli, cezalı, kıyamete dek yalnızlığa mahkûm edilmiş ruhlardır bunlar. Günahı beden işledi, ruhun günahla ne ilişkisi olabilir ki? diye yalvarırlar. Onlara beden soluduğu sürece ruhla bir bütün olduğu hatırlatılır. Sonsuz istirahate kabul edilmezler. Fâni dünyayla ahret arasında bir yerlerdedirler. Yeni bir beden verilmez onlara, affolmaları için suçlarının ne olduğu da bildirilmez, arasınlar ve kendileri bulsunlar istenir. Bu ruhlar bedenlerini son gördükleri yere geri dönerler, beklerler ki orası kendilerini sahiplensin ve rahat etsinler. Hatalarını bulmak için bedenlerinin tüm yaşamını yeniden yaşamaya çalışırlar. Gaflet içinde olduklarından bilmezler ki tüm çabaları boşunadır. Cezaları zamandır, sadece süreleri dolduğunda affedileceklerdir.”
Üst katta bedeniyle birlikte işlediği günahın ne olduğunu arayan bir ruh..?
O gece salondaki koltukta uyuyakalmışım.
Uyandığımda saatin kaç olduğuna bakmaksızın kapıcının oturduğu daireye gittim. Sadece bir karış açılan kapının aralığında ağzını ve burnunu yemeniyle kapatan bir kadın vardı. Kocasının benim taşındığım gün köyüne gittiğini, bugün öğleden sonra geleceğini, neden aradığımı sordu. Geceleri üst kattan gelen sesleri söyledim. Anlamaz şekilde yüzüme baktı. “Geceleri üst kattan sesler geliyor,” diye yineledim, “kocan gelince bana uğrasın.”
O gün hemen hiç çalışamadım, kulağım hep üst kattan gelecek bir ses bekliyordu. İki gecedir yarım yamalak uyuduğum için olsa gerek bir ara salondaki divanda içim geçmiş olmalı; o uykuda rüya olduğundan emin olduğum bir rüya gördüm.
Rüyamda, yatağımda uyuyordum, sonra birden gözlerimi açtım. Başımda bir adam dikilmişti, beyaz saçları, beyaz sakalı, ciddi ifadeli, kavruk, derin çizgiler olan bir yüzü vardı. Gözleri kahverengiydi. Bakışlarının sertliği de, yatak odamda olması da korkutmuştu beni, doğrulamaya çalıştım, beceremedim; birşeyler söylemek istedim, ağzımı açtım ama ses çıkmadı. Yüzünün bu kadar belirgin olmasına karşın bedenini tam olarak göremediğimi fark ettim, üzerinde yere kadar inen beyaz bir giysi vardı. Yatağın kenarından uzaklaştı, o uzaklaştıkça sanki çekimindeymişim gibi ben de doğruldum. Salona doğru ilerledik, ama geldiğimiz yer, daha evvelden hiç bilmediğim bir evde bir odaydı. Bir ranza vardı ve ranzanın üst katında hasta olduğunu bir şekilde bildiğim bir adam yatıyordu. Birden yanında bir kadın belirdi, adama kendisini hatırlayıp hatırlamadığını sordu. Hatırlıyorum, dedi adam, ablamsın. Ve seni almaya geldim, dedi kadın, şimdi yana dön ve kendini boşluğa bırak. Merak etme düşmeyeceksin, hafifleyeceksin, kendini çok iyi hissedeceksin, zaten ben seni tutacağım. Adam kıpırdamadı. Söylediklerini bir kez daha yineledi kadın. Adam yine kıpırdamadı. Kadın adamın yanına uzandı, sonra bir anda yerde gördüm ikisini de. Bak, dedi kadın, ne kadar kolaymış, ama ranzadan kendini bırakan sen olmalısın, ben sadece acı çekmeyeceğini göstermek istedim sana. Adamı yine ranzada yatarken gördüm. haydi gel, diyordu kadın, bırak kendini artık.
Rüyanın verdiği rahatsızlıktan mı, kapının çalmasından mı uyandım bilmiyorum ama ter içindeydim. Gelen kapıcıydı, bir şey söylememe fırsat vermeden, “Üst katta kimse oturmuyor,” diye iki gün evvel söylediğini tekrarladı. Sesi yine renksizdi, neden karımı rahatsız ettin, zaten oranın boş olduğunu söylemiştim gibilerinden bir ima yoktu.
“İki gecedir üst kattan gelen seslerden uyuyamıyorum. Sanki biri yürüyormuş, birileri konuşuyormuş gibi,” dedim. Sonra, sanki iki gecedir onca şeyi düşünen ben değilmişim gibi, “Ne bileyim, belki içeride fare filan vardır,” diye ilave ettim.
“Apartman eski. Rüzgar kapı, pencere aralarından girip uğultu yapıyor olabilir,” dedi.
Olabilecek en yumuşak sesimle konuştum.
“Çıkıp bir bakalım mı?”
Üst kat gerçekten boştu. O kadar uzun zamandır kullanılmamıştı ki, her yer toz içindeydi. Balkon kapısı da pencereler de kapalıydı. Elimde olmadan asılı resim var mı diye duvarlara baktım, yerlerdeki tozun üzerinde sürünen terliklerin izini aradı gözlerim. Salonda bir gece evvel sesleri duyduğum köşeye geldim, ne bir sandalye, ne de bir koltuk olmasına rağmen nerede oturup konuştuklarını canlandırmaya çalıştım. Uğultular göre adamın şurada karşısındakinin de burada oturduğuna karar verdim. Yatak odasıyla salon arasındaki koridora takıldı gözlerim, uzun değildi ama yine de nefes darlığı çeken, zor yürüyen biri için kat edilmesi zor bir mesafeydi. Salona bir divan koymuşlardır diye düşündüm, tuvalete de yakın,koltuğunun yanında, elinin kolayca ulaşabileceği mesafede mutlaka transistörlü bir radyo da vardır. Yürürken soluklanma aralarında destek aldığı masa salonun ortalarında, duvara dayalı olmalı, böylece zaten ufak olan salonu daha da küçültmez. Her işini sadece salonda yaşayarak halledebilir. Pencereden baktığında iyi kötü bir iki ağaç, sokağın bir bölümünü de görüyor. Mutfaktaki raflarda dairede önceden yaşamış olandan kalan bir bardak bile yoktu. Hoş mutfağı kullanmıyor ki, diye düşündüm; yemekleri kapıcının karısı getiriyor. Kendi tabak çatalını getiriyor, sonra evine götürüp yıkıyordur. Zaten yaşlı ve hasta biri ne kadar yiyebilir, günde kaç tabak kirletebilir ki?
Daire boştu, toz içindeydi ama baktığımda gece duyduğum seslerin yaşanmışlığını görebiliyordum. Gördüklerim bir toz perdesinin ardında da olsa canlıydı. Adı ruh olsun, beden olsun geceleri biri geliyordu bu daireye, hatta iki kişi de olabillirdi gelenler. Şimdi boş, toz içinde, uzun süredir insansızmış gibi görünmesi, geceleri de bu halde olduğunu göstermezdi ki...
O gece deliksiz bir uyku umuduyla içebildiğim kadar içtim. Nerede sızdığımı bile hatırlamıyorum, yatağımda da olabilir, koltukta da, salonda yerde de. Ama bu kez gecenin bir vaktinde beni uyandıran sesler sadece terlik sürtmesi, hırıtılı nefes, uğultular değildi. Müzik sesi geliyordu üst kattan, gürültüler geliyordu, söylenenleri anlamasam bile kahkahaları duyabiliyordum. Başım ağrıyordu, ağzımda sigaranın, içkinin tatları vardı ama yine de ayağa kalkmaya becerdim, düzgün yürüyebildim de. Kapımı açtım, merdivelerden çıkmaya başladım. Her basamakta sesler daha belirginleşiyor, müzik yükseliyor, kahkahalar da şenleniyordu.
Üst kattaki dairenin kapısı açıktı. Kim olduğumun sorulmayacağını; uzamış sakalımın, uykusuzluktan şiş gözlerimin kimsenin dikkatini çekmeyeceğini umarak içeri girdim.
İçki, sigara kokusu doluydu salon; gündüz düşlediğim gibi, masa duvara dayalıydı. Duvarlarda resimler asılıydı, hemen hepsi bakanı içine çeken neşeli manzara resimleriydi. Masanın üzerinde transistörlü radyo duruyordu. Duvarlardan birine yaskanmıi camlı dolabın içinde değişik bardaklar, bir iki tane de biblo sıralanmıştı. Pencerenin önünde iki tane koltuk vardı
Ve salonun loş bir köşesinde koltukta oturmakta olan yüz hatlarını tam olarak seçemediğim adam dışında odada başka kimse yoktu. Uğultuların, kahkahaların sahiplerini göremiyordum.
Adam kolunu kaldırdı, bir hareket yaptı ve müzik, kahkahalar bir anda kesildi. Karşısındaki koltupu gösterdi.
“Oturmaz mısın?
Büyülenmiş gibi koltuğa oturdum.
“Nerelerdeydin?” diye sordu. Yarı karanlıkta yüzünü görmeye çalıştığımı fark ettiğinde pek de yabancı gelmeyen bir kahlaha attı ve elinin bir hareketiylesalon aydınlandı.
Tek bir kelime söyleyemeden yüzüne bakıyordum.
“Buraya ilk geldiğinde çok erkendi, “ dedi. “Sen de kalamayacağını biliyordun. Kalmayı düşündüğünde, her şeyi terk edip kendini unutturabileceğine inandığında bile yapamayacağını biliyordun. Karın, çocukların, metresin, işin değildi peşinden koşacak olanlar. Sen kendini bırakmayacaktın. Geçmişini bir daha asla açmamak üzere bir sandığa koyup o sandığını adını bile bilmediğin bir ülkeye gönderemeyecektin. Hep bir yükün olacaktı. Sandık kendini sana hep hatırlatacaktı.
“Kahkaha atanlar, eğlenenler?” Yanıtını bildiğim bir soruydu sorduğum, kafamı toplamak vakit kazanmak istiyordum aslında.
“Öyle olabilirdi. İçindeki kendini yaşayabileceğin bir yaşam olabilirdi. Hiç yaşamadın. Sadece düşledin. Bilemezsin ki...”
“Bu kez sandıksız, yüksüz geldim,” dedim. “Sadece bir daktilom...”
Sözümü kesti.
“Biliyorum,” dedi. “Ama bu kez de çok geç geldin. Yetişmek istediğin her yere geç kaldın, vardığın yerlere de hep vaktinden önce gittin. Senin için bir başlangıç olamayan Yalnızlar apartmanı sadece sondan bir evvelki durak olacak. Burada tek bir şeyi yaşayabilirsin. Onu bulmak da sana kalmış...”
Bir sisin içine doğru yürür gibi, gözlerimin önünden yavaş yavaş kaybolurken, pencerenin pervazında bir çiçek olduğunu fark ettim.
Yerimden kalktım, ayaklarımı sürterek, arada bir sandalyeye veya masanın köşesine tutunarak, soluğumu toparlaya toparlaya köşedeki divana doğru yürümeye başladım. Uzun süredir, ilk defa, hiç olmadığım kadar huzurluydum.

AĞABEYİMİN ARDINDAN

AĞABEYİMİN ARDINDAN

Gördüğüm kişi ağabeyim değildi; yolda görsem acıyarak bakacağım ama hastalığını bilmeme karşın, acaba o mu diye aklıma getirmeyeceğim biriydi. Kirli sarı renkte bir ten, çökmüş avurtlar, yuvalarından fırlamış, panik içinde, başına neyin geldiğini, olup bitenin ne olduğunu anlamayan ifadeyle etrafa bakan gözler, kurumuş, çatlamış dudaklar… Hava sanki görülen, yakalanabilen bir şeymiş gibi başını öne götürüp ağzını açarak solumaya çalışma… İyiden iyiye incelmiş, derisi kemikler görülecek kadar saydamlaşmış parmaklarıyla kavradığı bardağı titreyen elleriyle zar zor ağzına yaklaştırıp bir yudum suyu içerken bile zorlanması… Şişten öte şiş bir karın… Konuşurken iki kelime arasında nefes almaya çalışması…

“Çok kötüyüm,” dedi ilk söz olarak.

“Sen kimsin?” diye haykırmak istedim, “ağabeyimin evinde, onun koltuğunda, onun kimliğinde oturan kişi, söyle kimsin sen? Dur bakalım bir dakika! Bu kadar kolay mı bir insanın kimliğini almak? Bu kadar kolay mı onun giysilerini, evini sahiplenmek? Senin ağabeyim olmadığını anlamayacak kadar aptal mı zannediyorsun beni? Onun sesini bile taklit edemiyorsun! O gür bir sesle konuşurdu, kelimeleri ardarda söylerdi, vurgular yapardı. Sense, ‘Kötüyüm,’ derken bile tıkanıyorsun. İki cümlesinin biri karşısındakini mutlaka güldürürdü. Sense iki kelimeyi bile bir araya getiremiyorsun! Üstelik iri yarı biriydi ağabeyim, kapılardan sığmazdı, uzun boyluydu, yapılıydı. Senin gibi yürümekten aciz, ufalmış, iki büklüm biri değildi. Rengi de seninkine benzemiyordu, senin gibi hasta görünümde değildi. Parmakları kalındı, elleri titremezdi. Gerçekten kötü birisin sen, ağabeyimin yerine geçip beni kandırmaya çalıştığın için. Söyle, sen kimsin?”

“Ne oldu bana? Halime bak. Hani böyle olmayacaktı?” dedi.

Pijamasının üstünü yukarı çekti, karnı davul gibi şiş ve gergindi. Cildinin üzerinde örümcek ağı gibi damarlar belirmişti. Sağ tarafa elini koydu, “Burası ağrıyor,” dedi, öksürükler ve nefes alma çabaları arasında. Tam karşımda oturuyordu ve güneş sahneyi aydınlatan ışık misali tam gösterdiği yere vuruyordu. “Biraz kaşır mısın burayı?” diye sordu.

“Kaşırsam ağabeyimin nerede olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum içimden, sonra yanına gittim, kaşımaya başladım. Sanki az bir bastırsam cildi delinecek ve içindekiler dışarı akacaktı. “Orada, dokunduğun yerde, içimde kötü bir şeyler var,” dedi, “kurtar beni onlardan.” Yanıtlamadım. Hafifçe inliyordu. Ağlamaya başladı. Söyleyecek kelime bulamamanın paniğine düştüm bir anda. “Bir şeyler yedin mi?” gibi aptalca bir soru sordum. “İçim istemiyor,” diye yanıtladı.

Kaşımayı bıraktım, teşekkür etti. Karşısındaki koltuğa oturdum yine. Tabii ki yemek için kendisini zorlamasının anlamsız olduğunu, ama ne bileyim, önünde sürekli olarak beyaz peynir veya sevdiği başka bir şey olduğu takdirde gün boyu azar azar yiyebileceğini söylediğim bilgece bir konuşma yaptım.

“Yalnız kalmaktan korkuyorum,” dedi.

“Dokunulmak istiyorum,” dedi.

“Yani,” dedim içimden, “sen ağabeyimin yerini aldığını zanneden pis, sefil yaratık, ağabeyim olduğun yönünde beni kandırmak için bula bula onun dokunulma isteğini mi buldun? Ben ona sarıldığımda o da bana öyle bir sarılırdı ki, nefes alamazdım kimi zaman. Sarıldığı zaman öyle bir ‘Ahmet’ciğim,’ derdi ki, hissederdim sevgisini. Sense, nereden öğrendiysen adımı, sadece ‘Ahmet,’ diyorsun, onu da tıkana tıkana zar zor telaffuz ediyorsun.”

Aslında, “Bana dokunun,” derken söylemek istediği, “beni yaşadığıma inandırın”dı. Titreyen elleriyle kendine dokunduğunda, yerini, kimliğini almış olan, tanıdığı Cem’i gün be gün yok eden, bir senedir savaştığı ama ne olduğunu bilmediği bir şeyle temas ediyordu. Kendi eli olması gereken beş parmaklı uzuv, yıllardır olduğu gibi başına, karnına, göğsüne, kolunun erişebileceği her yere gidiyordu. Ama temas sonrasında algıladığı her zamankinden farklıydı. Bir başkasıydı dokunduğu ama vücut kendi vücuduydu; el de kendi eli. Düştüğü şaşkınlıktan kurtulmak için de, “Bana dokunun,” diyordu, “dokunun ve benim hâlâ ben olduğumu söyleyin.”

Yerinden kalktı, kanepeye uzandı, yan döndü. “Rica etsem sırtımı kaşır mısın?”

Halıya oturdum, sırtını kaşımaya başladım.

“Akşamları kötü oluyorum,” dedi. “Sence neden acaba?”

“Gece olduğunda hastalar için vakit geçmek bilmez. Karanlık her zaman korkutucudur. Hasta olmayan insan bile yalnız kalmaktan korkar. Geceleri ise yalnızlık duygusunun doruğa çıktığı zamanlardır. Ama korkmana gerek yok. Uykun geldiğinde kendini rahat bırak ve uyu. Gevşek olmaya çalış. Merak etme geceleri hiçbir şey olmaz. Bak, geceleri uyuyamadığın için gündüzleri halsiz oluyorsun. O yüzden beslenmen bozuluyor. Kan sayımın hep düşük çıkıyor. İstersen şimdi uyu, ben yanındayken.”

Bunları söylediğimi ağabeyim duysaydı kahkahalarla gülerdi. Yine yazarlığımın tuttuğunu söylerdi. Başkasına anlatırken de dalga geçerdi. Ama onun yerine geçmeye çalışan kişi uyudu.

Teorik çözümler ne kolay, değil mi? Ve insana yönelik teorik çözümlerin uygulanabilenleri ne kadar az?

Sonra uyandı. Menemen yaptım, yedi.
Sonra su içti.
Sonra bacaklarına masaj yaptırdı.
Sonra soda içmesinde zarar olup olmadığını sordu.
Sonra kollarını sıkmamı istedi.
Sonra yattı.
Sonra kalktı, saati sordu.
Sonra çay istedi.
Sonra birinin gelip kendisine biyoenerji verdiğini, faydalı olup olmayacağını sordu.
Sonra çok sıvı almasının yararlı olup olmayacağını sordu.
Sonra tekrar sırtını kaşıttı.

Akşam balık vardı. Ayıkladım, yedi.
Sonra yorgun olduğunu ve içeri gidip uzanacağını söyledi. Ben de kalkınca neden yemediğimi sordu.

“Ağabeyimle yemeklerde sohbet ederdik. Önce içki içerken tadımlık bir şeyler getirtirdik. Sonra salata, ana yemek gelirdi. Etraftakilere bakıp onlar hakkında konuşurduk. Kimisini evlendirirdik, kimisinin daha toy olduğuna karar verirdik. Kimisi için, bizim yanımızda olsaydı neler konuşacağımızı düşlerdik. Sonra kahve içmeye başka yere giderdik. Sonra eve döndüğümüzde gece konuşmaları başlardı. Yine kahve içerdik. Televizyondaki program hakkında konuşurduk. Geçmişte yaptıklarımızdan bahsederdik. Gelecekte yapacaklarımızı alatırdık birbirimize. Birlikte yapacağımız şeyleri düşlerdik. Fıkralar anlatırdık. Dalga geçerdik.

“Şimdi sen, onun kılığında, karşıma geçmiş hem konuşmuyorsun, hem de yemiyorsun. Protesto ediyorum, ben de yemiyorum.”

Doyduğumu söyledim.

Akşam yatarken, ertesi sabah yanıma gelip gelemeyeceğini sordu.

Sabah, sanki onu geleceği anı biliyormuşum veya uyandığımı biliyormuş gibi, gözlerimi açtığım anda odaya geldi. Yatağın kenarına oturdu.

“Uzanacağım ama bacaklarımın arasında şarap şişeleri var.”
“Şimdi kaldırıyorum onları ağabey,” dedim yattığım yerden, “ haydi şimdi yat.”
“Ama kitaplar açık, sayfalarına ne olacak?”
“Onları da kapatırız. Bak, oldu bile.”

Uzandı, kollarını, sırtını okşamaya başladım. Bir süre sessiz kaldı.
“Bu kâbuslar, içinde olduğum zaman da kötü, olmadığım zaman da.”
“Önemli değil ağabey, ben de çok görürdüm.”

Günceme ağabeyimin geçen yıl gördüğü bir rüyayı yazmışım.

8 Ağustos, saat sabah karşı iki.

Biraz evvel ağabeyim uyandı. “Ölmemek için geldim,” diye çıktı odasından. Rüyasını anlattı:

Bir priz işi varmış ve o prizleri alanlar belli bir saatte öleceklermiş. O da ölecekler arasındaymış. Ölüme gelenler için bir tören yapılacakmış. Ağabeyim de bir sürü şeyler hazırlamış tören için; duvar kağıtları, süsler falan filan. Bunları hazırlamak için çok uğraşmış ve yorulmuş. Sonra bir sürü insan içinde yataklar olan bir odaya geçmişler. Saat onda hepsi öleceklermiş. Herkes yatmış. Ağabeyim bakmış, yatıp yorganı çeken ölecek, “Ölmemek için ne yapabilirim?” diye düşünmeye başlamış. Orada birini görmüş yardım istemek için konuşmaya çalışmış ama adam yüz vermemiş. O da bunu üzerine elindeki prizi ona fırlatmış. Priz adam gidene kadar köstekl saate dönüşmüş. Adam da saati ağabeyime geri fırlatmış. Konuşmamışlar. Sonra ağabeyim bakmış, herkes yatmış ve ölüm saati yaklaşıyor. Sıkıldığı veya konuşmak istediği takdirde yanıma gelebileceğini söylediğimi hatırlamış. Rüyasında odadan çıkmış. Balkondaymışım. Önümüz denizmiş ve teknelere işaretler yapıyormuşum. Onun üzerine, “Bu öyle olmayacak,” diyerek uyanmış.
Şimdi koltukta uyuyor.
Birkaç gece evvel de rüyasında merhum babasını gördüğünü söylemişti. Babası rüyasında önce, “Gel, bekliyorum,” demiş sonra da, “Gelme,” demiş.
Bu rüyaların sonuna, “Yorumları açık ve olumlu. Hastalıkla savaşacak,” yazmışım.

“Saçmalıyorum, değil mi?”
“Niye saçmalık olsun ki ağabey? Anlatman daha iyi, duymak isterim.”

Sessiz kaldı. Konu değiştirmek için yakınlarda poğaça, simit alabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Bir sokak ötedeki pastaneyi tarif etti, sonra birlikte gitmemizi istedi.

Sokağa çıktığımızda, “Biliyor musun?” dedi, “üç aydır ilk defa çıkıyorum.”

Yüz elli meterlik yolu yirmi dakikada yürüyüp pastaneye vardık. Oturduk, birer portakal suyu söyledik.

“Denizi o kadar özledim ki…”
“Seyretmeyi mi, girmeyi mi?”
“Girmeyi.”
“İstanbul’a gelebilirsin.”
“Nasıl?”
“Yataklıyla veya arabayla. Her gün görüşebiliriz, hiç de yalnız kalmasın.”

Dönüşte koluma girdi. Yorulduğunu söyledi, bir ağaca tutundu. Sanki ilk defa görüyormuş gibi etrafa bakmaya başladı.

“Buraları ne kadar değişti, değil mi?” diye konu açmaya çalıştım, yanıtlamadı.

Öğleden sonra bir ara yine ağladı. İyi olacağına inandırılmış ve sonrasında kandırıldığını anlamış olmasının verdiği ikilemle, artık kendi için bir şey yapamayacağını algılamanın isyanından doğan gözyaşlarıydı döktükleri.

Akşam ayrılmadan önce, bacaklarına masaj yapmamı istedi. Sonra, “Tabanlarıma dokunur musun?” dedi, “sonra da ayak parmaklarıma?”

Dışarıya karanlık çökmüşken, televizyonun sadece görüntüsü varken, odada kimsenin konuşmadığı o anda, ağabeyimin yerini almış kişiyi de sevmeye başladığımı fark ettim. Eskiden incecik olduğunu bildiğim, şimdi ise şişmiş olan o bacaklar çocukluğumda, okuldan geldiğimde gazete kağıdını top haline getirip benimle maç yapan; eski evin terasında bana poz verdirip resmimi çeken; bir tahtaya çiviler çakıp onu futbol sahasıa dönüştüren; Ankara’dan dönüşünü her seferinde heyecanla beklediğim, bir çok açıdan kendimle özdeşleştirdiğim, benzemeye çalıştığım birine aitti bir zamanlar. Ve ağabeyim, yerini almış o kişiyle yaşamak zorunda kaldığına göre, ben de yanında olabilirdim.

Trene bindiğim zaman elimde olmadan ağlamaya başladım. Biri geldi kompartmana. Neden ağladığımı sordu. “Hiç, önemli bir şey yok,” anlamında elimi salladım.

Aslında, “Çok seveceğimi zannettiğim biriyle tanıştım,” demek istiyordum.

10 Eylül 2008 Çarşamba

BEYOĞLU


Beyoğlu insanı hem sahiplenen hem de dışlayan bir belde. Günün her saatindeki kalabalıklığı, insan tiplerinin çokluğu, karmaşası, gürültüsü, renkliliğiyle her dem çekici. Hemen herkes, nereden ve ne amaçla gelmiş olursa olsun, ortada kendini bulabiliyor; kendinden, yabancı olmadığı bir parça keşfedebiliyor. O an’la, o parçayı gördüğü/yeniden tanıştığı/algıladığı/ duyumsadığı an’la hemken iletişime geçiyor ve sanıyor ki, o an’a sahip olduğu anda, kentin de sahibi olacak. Karakedi plakçısından dışarı fırlayan bir melodi onu geldiği yere götürüyor; götürürken de beraberinde nice anıyı sunuyor beraberinde. O anı labirentinde, yabancı bir yerde tam kendini bildik bir yerde ve güvende hissetmeye başlamışken insan, birden detaylar değişiveriyor. Biri çarpıyor yürürken, biri ayağa basıyor, biri yüksek sesle bağırmaya başlıyor, bir yerlerden bir koku geliyor, az ilerideki Mefisto’dan bambaşka bir müzik yayılmaya başlıyor ve her tını, her adım, insanların üzerindeki her manto, şapka, kaşkol, bere birden anılar bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Bu, kentin, yaşayanlarına oynadığı oyunların en basiti: tam bir yere ait hissettirmişken, birden dışlaması – yalnız olduğunu, tek başına olduğunu algılatması.
İnsan kendini güvende hissettiği yerleri sahiplenmeye meyillidir. Orasıyla özdeşleştirir kendini. Her şeyi kendinden bir parça olarak görmeye başlar, her parçanın da kendinin olduğunu sanır. Beyoğlu ise oyuncudur, sahiplenilmeye izin vermez, tuzaklarla doludur. Birden en uysal kadın gibi kollarını açar, gel bana der, sarıl bana, sık beni, başını omzuma yasla; mutluluğu, huzuru, sakinliği sunacağım sana. Yumuşar insan Beyoğlu karşısında, yollarının pis olduğunu görür, ama burası Beyoğlu, der. Kaosunu yaşar, başka Beyoğlu yok, der. Saray muhallebicisinin vitrinidir insana güvence veren, Çiçek pasajının keşmekeşidir insanı rahatlatan. Emek sinemasının yanlara doğru açılan perdeleridir insana kendini evinde hissettiren. Kapanmış olan Atlas sinemasının yerinde yine o sinemayı görebilmektir kişiye “görebiliyorum, öyleyse hâlâ varım,” dedirten. Değişik pasajlarındaki yozlaşmaya karşın, tarihten gelen kokusudur, insana yıllardır var olduğunu hissettiren. Beyoğlu geçmişi ve geleceği, aynı zaman diliminde; bugünde, o an’da yaşatmayı beceren beldedir. Beyoğlu özlenendir, Beyoğlu ulaşılmak istenendir, Beyoğlu gerçekteki hayal, hayaldeki gerçektir.
Ama…
Beyoğlu bir yandan ‘ama’larla doludur. Yıllardır nicelerine açmıştır kendini ama bakiredir, dokunulmak istemez. Her an insana sunacak dokunulmamış, ellenmemiş, açılmamış bir yeri vardır. Konuşmaya hazırdır ama sırlarla doludur, gizemler saklar derinliklerinde. Her konuşulduğunda bir sırrını açıklar ama her açıkladığı sır, bir başka sırrın olduğunu söyler. Keşfedilmeyi bekleyen Atlantis gibidir, bir zamanlar var olduğuna dair her türlü kanıtı gösterir ama her kanıt bir daha keşfedilemeyeceğinin göstergesidir sanki. Kaprisli bir oyuncudur Beyoğlu; takdir edilmek ister ama fazla alkışlandığında, o kadar da iyi değildim der. Alkışlanmazsa da bozulur, beğenilmediğini sanır ve küser. İlk karşılaşıldığında Beyoğlu insana “Bir bahar akşamı rastladım size / daha önceleri neredeydiniz?” gibilerden bir tını söyler ama eşlik edilmeye kalkıldığında insan ağzından “şimdi uzaklardasın”ın nağmelerinin döküldüğünü görüp şaşar.
Beyoğlu kimi zaman, bilhassa kapalı havalarda, elektrikler yokken, ortalığı sadece ay ışığı aydınlatıyorken, ‘ama’asındaki a’ların başına şapka giyer; o zaman gerçekten kör olur. Görmez etrafını, olup bitenleri. Duygulara, hissedişlere kapatır kapılarını, söylenenleri de duymaz olur. İnsan o zamanlar ulaşamaz Beyoğlu’na; yine oradadır, onladır ama tümüyle bir yabancıdır artık. Ne anılarını anımsayabilir, ne bugünü yaşar, ne geçmişi düşünür, ne de geleceği planlayacak güç bulur kendinde. Boşlukta asılmış gibidir, kendini boşluktan kurtaramayacak gibidir. Anlayamaz önce ne olduğunu, bunca zamandır sevdiği, iletişime girdiği, aşk yaşadığını zannettiği Beyoğlu’nun neden böyle davrandığını çözümleyemez. Aslında yanıtı da yoktur sorularının, Beyoğlu öyle istemiştir sadece; ve açıklama yapmak zorunda da hissetmez kendini.
Bir hermafrodittir Beyoğlu, hem kadın hem de erkek; hem bir amazon, hem de en cilveli sevgili; hem sadece aşil kemiğinden yaralanabilen bir Truva savaşçısı, hem de hiç zırhı olmayan bir yer; hem aydınlıkların kraliçesi, hem de karanlıkların prensi; hem ısıtan güneş, hem de üşüten ayaz; hem koruyucu, hem de korunmaya en muhtaç olan; sessizlikte vahşi geceler yaratabilen ama en korkulu anda sakin kalabilen; hem kaçan hem de kovalayan; av tanrıçası Diana olan ama kendi de av olabilen.
Bir tutkudur Beyoğlu, hem fırtınalı bir hava, hem dalgalı bir deniz, hem doğan güneş, hem tan ağartısı, hem de mehtap olabilen.

BULANIK ADAM - ÖYKÜ


Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
“Belki durduğu yerdendir.”
“Durumunun farkında mı acaba?”
“El sallayalım.”
“Neden?”
“Onu uyarmak için.”
Uyarmak? Neye karşı, kime karşı?
Buraya geldiğinde unutmayı umuyordu, yaşanmış olan koca bir geçmişi ve kendini. Belki de yaşanmamış olanı unutmaktı isteği. Kendini sessizlik, bulanıklık konuma çekmeden uzun süre önce bir konuşmamızda “Yaşananla yaşanmayan arasındaki fark nedir ki?” demişti. “Yaşananlar için, ‘keşke yaşanmasaydı,’ yaşanmayanlar için de, ‘keşke yaşansaydı,’ denilen anlar yok mu? Başkasından duyduğumuz bir olayı üçüncü kişiye birinci tekil şahıs olarak naklettiğimiz zaman yaşanmamışı hemzaman olarak yaşıyor ve anlatıyor olmuyor muyuz? Yaşanmamışla yaşanmışların sarmal olduğu bir yaşam değil mi sürdürdüğümüz?
“Yaşanmışı unutmak mı yoksa yaşanmamışı anımsamak mı daha zor? Yaşanmış gün geliyor unutuluyor, sadece bir kelime olarak kalıyor, ‘annem şu tarihte ölmüştü,’ bir müddet sonra ‘rahmetli annem’e dönüşüyor. Ölüm, tarih belirtilerek anımsandığında kişilik kazanıyor, o gün anneye ait bir gün oluyor; yaşarken tüm insanların ortak özelliği olan sahip olma duygusu, anneye öldükten sonra, hiç kimsenin sahip olamadığı bir olgu –zaman- olarak veriliyor. Aynen yaşarken de olduğu gibi, ‘zaman’ kişiye en gereksinimi olmadığı boyutta veriliyor: ‘Bugün senin günün anne. Bugün ölüm günün. Bugünü al epe tepe kullan!’ ”
Yaşamın, zaman faktörüyle birlikte insanlara oyun oynadığına inanırdı hep. Yaşadıklarını, günün tarihi ile belirlenen rakamsal simgelerle sınırlar, dakikalar, saatler, günler, aylar içine hapseder; sonrasında başka tarihlerde olan olaylarla unutmaya çalışır, daha sonra unuttuklarını anımsamak için neden yaratır; anımsandıktan sonra duruma göre üzüntü, sevinç, hüzün, utanma, neşelenme, mutlu olma, kahkahalar atma, ağlama gibi değişik duyguların esiri olur ve yeniden kısır döngünün içine girerdi: başka bir olay, hatırlanması gereken bir başka tarih, onu unutturan yeni olaylar, yeni tarihler...
Bulanık olmayı seçmesi de yaşam ve zamanın duygularına da hükmettiklerine, olayları tarihlerinin yanı sıra duygularla da anımsadığına, bunun kendisini sınırladığına, özgürlüğünü yitirmesine neden olduğuna inanmasıyla başlamıştı.. Başlangıçta yaşam ve zamanın anımsattıklarından kaçışı anımsadığı olayı farklı şekilde yorumlayarak yapıyordu; “Hayır öyle demek istememiştim,” (kaçış cümlesi), “Hayır onu demek istememişti, ama onun da sorunları var olabilir, o yüzden böyle davranmıştır,” (üzülmemek için söylediği anlayış cümleleri), “Gelecek sefere daha dikkatli olacağım,” (kendine söylediği yenilgiyi kabullenme cümlesi).
Yaşam ve zamanın hayatını, yaşadıklarını, duygularını bu denli kontrolleri altında tuttuklarını algıladığı anda da çıkışın yaşanmamışları geçmişinin bir parçası yapmak olduğuna karar verdi.
“O kadar kolay ki,” diyordu, “yaşanmamışı anımsamak sadece hayal gücümün ne kadar geniş olduğuna bağlı. Yaşamadığım tüm sevgiler, tüm ilişkiler, söylemediğim tüm sözler, kullanmadığım tüm kelimeler, gitmediğim tüm mekânlar; mutluluklar, kadınlar, erkekler, zevkler, binmediğim arabalar, yazmadığım kitaplar, koklamadığım çiçekler, sulamadığım çimenler, altında kimseyi öpmediğim sokak lambaları, içinde huzurla uyumadığım yataklar, ten tene yaşamadığım gecenin sonrasındaki sabahlar; rüzgar, yağmur, bulut, kar, güneş, fırtına; tüm yeşillikler, turuncular, kırmızılar... her şey düş dünyamı ne kadar etkin kıldığıma bağlı. Aslında amacım ne biliyor musun?”
Bilmediğimi söylemiştim.
“Başkalarının deneyimlerini, onların çektiği acıları çekmeden sahiplenmek...”
Günün birinde, zaman denilen kavramı etkisiz hale getirmek için okuduğu bir kitaptan esinlenerek saatleri tersine çalıştırmaya karar verdiğini söyledi. Bunun için yaşanan zamanın dışına çıkmalıydı, tüm saatler, insanlar zaman kavramını geliştirdiklerinden beri aynı şekilde ve aynı sürelerle ileri gittiğine göre, onları geri çalıştırmak için yapması gereken, yeni bir zaman kavramı geliştirmekti. Bu da sadece kendine belirlediği bir boyutta ve zamanda yaşamasıyla olabilirdi, öylesine bir boyut ki, zaman dondurulabilecek, istediği hızda ilerlemesini veya gerilemesini sağlayabilecek; dolayısıyla yaşamın sundukları, anımsattıkları da sadece kendi kontrolünde olacaktı. Belli bir noktada, normal koşullarda sınırlı bir süreyle yaşayacağı bir olayı –bir öpüşme, bir sevişme- kendi boyutunda, duygular karşısındakine bağlı olmaksızın, istediği sürece yaşayabilecekti.
Bence yaşamında bir değişiklik yoktu ama bir süre kendi tanımlamasıyla “muhteşem felsefesine” uygun olarak yaşadı. Ancak gün geldi, istediğini istediği kadar yaşamak da yetmemeye başladı. “Aslında yaşanmamış bir geçmişe dönmek ve sıfır noktasından başlamak düşüncesi, geçmişimin kaldıramayacağım kadar ağır bir yük olduğunu algılamamla başlamıştı. Geriye baktığımda, kaçamadığım gerçek bir tokat gibi yüzüme vuruyordu: yaşam sadece yirmisinden kırklı yaşların ortasına kadar yaşanıyor. O andan itibaren her şey bir tekrar; yapılan konuşmalar aynı oluyor, tanışılan her kişi geçmişte kalan birine benziyor, gidilen her kent bir diğerinden parça taşıyor, tüm havaalanlarında dükkanların dizilişi aynı, anonslar hangi dilde yapılırsa yapılsın aynı anlaşılmazlıkta, tüm lokantalarda garsonlar aynı yapay nezaket içinde, hizmet etmeleri bir lütufmuş gibi benzer davranış sergilemekteler. Öylesine bir tekrar ki hiçbir amacım kalmadığını hissetmeye başlamıştım.”
Anlattığı kadarıyla sigarayı bırakmaya karar verdiğinde yaşadıkları söylediklerine tam bir örnekti. “Sevgilim daha ilk gün, ‘Geçen sefer de bırakmıştın, sadece bir ay dayanabilmiştin,’ dedi ve o an itibariyle takip edildiğimi hissetmeye başladım. Bir ayın dolmasına yirmi gün kaldı, bugün sigarayı bırakışımın on beşinci günü... Sanki otuz gün aşılması gereken bir barajmış gibi geliyordu. İnsanlar ben yanlarındayken bile yokmuşum gibi konuşmalarını sürdürüyorlardı. ‘Geçen sefer de bırakmıştı ama sadece bir ay dayanabilmişti.’ Kendimi tekrarlamam bekleniyordu sanki, aynı davranışları göstermem, aynı sözleri söylemem isteniyordu -Ne yapayım alışmışım bir kere, bırakamıyorum işte.- Fark ettim ki, benzer davranışlar göstermek, aynı sözleri söylemek etrafımdakiler için bir güvenceydi. Davranışları, söyledikleri ile adeta, ‘Ben seni tanıyorum, beni şöyle sevmiştin ve hep de böyle sevmeye devam etmelisin, şundan nefret ederdin ve nefret etmeye devam etmelisin, yaşam şeklin şuydu ve hep öyle kalmalı,’ diyorlardı. Zaman ilerliyor ve insan gelişen bir hayvandır kuramına hem koşut hem de zıt olarak söylemler devam ediyordu: ‘Geliş ama bizi şaşırtacak kadar değil,’ ‘Değiş ama davranışların aynı kalsın,’ ‘Konuş ama düşüncelerinde farklılık olmasın.’”
Onu arayışlara iten sürdürdüğü yaşamdan sıkılması mıydı, kendini sürekli olarak sorgulaması mıydı, yoksa her aman keşfedilecek yeni bir kıta, söylenecek yeni bir söz olduğuna inanması mıydı, bilmiyorum, ama her ne kadar kendine bile isimlendiremese de bir şeyleri aşmak istediğinden eminim. Yaşam kendisine anlatıldığı, öğretildiği gibi olmamalıydı, dünyaya gelmesindeki amaç düzenli ve güvenli bir işi, kendisini seven bir eşi, tatillerinde gidebileceği deniz kıyısında bir evi olmasından daha öte bir şeyler olmalıydı.
“Belki de yapmamız gereken zamanın ve boyutların getirdiği sınırlamalardan kurtulmak için kendi icadımız olan saatleri ikna etmek. Düşün, akrep yelkovanla aynı yönde gitmeye sıkıldığı için bir gece saat on ikide ters yöne gitmeye karar verse ve yelkovan buna sesini çıkarmasa. On ikiden sonra bir değil on bir, sonra da on gelse. Uyanmak için saatlerini gece on ikide sabah dörde kuranlar o gece sekiz saat uyusalar. Vaktinde uyananlar sadece saatlerini altıya kuranlar olur, onlar da altı otuzda evden çıkmak için saate baktıklarında beş otuz olduğunu görürler.
“Randevular birbirine girse. Sevgililer buluşamasa. Toplantılara yetişilemese. Uçakların kalkış saatleri karışsa. Yemek saatleri birbirine girse.”
Söyledikleri sanki gerçekleşebilirmiş, akrep ve yelkovanın birbirlerinden bağımsız hareket etmelerine olanak varmış, hatta yıllardan beri öyle oluyormuş gibi sordu.
“Bu karmaşada bile bir çift hâlâ eskisi gibi buluşup yaşamlarını sürdürebilmekteler. Bil bakalım bu çiftin özelliği ne?”
“...”
“Çiftin özelliği saat kullanmamaları! Akıllarına estiği zaman birbirlerini arıyorlar, saatin kaç olduğuna bağlı olmaksızın istedikleri vakitte buluşuyorlar. Onların kafalarında günler, haftalar, yaşananlar rakamlarla belirlenmekten ziyade birbirlerini düşünmelerine bağlı.
“Ama rakamlarla yaşamaya alışmış insanlar için çözüm var: saatlerini ters taksınlar.”
“Unutmaya çalıştığın ne?” diye sordum. “Yaşadığın boyuttan ve zamandan kurtulmaya çalışıyorsun ama nedenlerini söylemiyorsun. Seni anlamıyorum. Kendini anlatsan, nedenlerini söylesen belki daha iyi anlarım.”
Yüzüme baktı, sadece, “Sıkılıyorum,” dedi.
Sıkılmasının nedenlerini hiçbir zaman açıklamadı. Tanışıklığımız süresince nereden gelip nereye gittiği, geçmişi, neler yaşadığı, neden bulanık olmayı yeğlediği hakkında asla bilgi vermedi. Adeta tanınmamak istiyor, kendine göre söylemleri bu kadar açıkken soru sormamı da gereksiz buluyor gibiydi. Bir gün, “Biliyor musun,” dedi, “aslında tüm insanlar yaşamlarında iki olayda zamanı hapsedip yaşadıkları anı donduruyorlar.”
Tabi ki bilmiyordum.
“Seviştiğin zamanları düşün. Sevişirken, şu saatte başlaması, şu saate bitmesi gerekir diye saate bakmıyor, başlayalı ne kadar oldu diye merak etmiyorsun. Yaşadığın bir kaybolma duygusu –kaybolma ve başkasını da beraberinde kaybettirme-, düş gücün devreye giriyor, birlikte olduğun kişiyi veya başkaları düşlüyorsun. Günlük yaşamda kullanmadığın kelimeleri kullanıyorsun, hareketleri adalelerin, kemiklerinle sınırlı olan vücudun esnekleşiyor, sonradan nasıl yaptığını açıklayamadığın hareketler yapıyorsun. Önceden bilmediğin sesler çıkartıyorsun, ilkel dönemlerine geri dönüyor, inliyor, bağırıyor, çığlıklar atıyorsun; teslimiyetçi bir role bürünüyor, kendini bir başkasının kullanımına sunuyorsun; sonra birden canavarlaşıyorsun. Olmadık kokular duyuyor, bilinmedik tatlar alıyorsun. Parmakların bir başkasının teniyle o güne dek hiç dokunmadıkları şekilde temas ediyorlar, vücudunu bir başkasına sunuyorsun, bütünleşiyorsun. Yer çekimi ortadan kalkıyor, boşlukta uçuyorsun sanki, bir an soluksuz kalırken hemen sonrasında derin nefes alıyorsun. Yaptığın, gezegenler arası bir yolculuk, evrendeki yıldızlar içinde ufacık bir nokta olduğunu algılama serüveni. Aslında oynadığın kaybedenin olmadığı bir oyun, o güne dek tüm öğrendiklerinin, okuduklarının, kavramların, netliğin yitirildiği bir oyun ve sonunda gözlerini açıp saate baktığında galaksiler arası yaptığın bu yolculuğun, bu satırların okunmasından daha kısa bir sürede gerçekleştiğini fark ediyorsun.”
Coşmuştu, nefes almadan konuşuyordu artık.
“Zamanın donduğu ikinci olay da ölüm. Aslında bir anlık geçiş olarak tanımlanıyor, netlikten bulanıklık anına geçiş, bilinmeyen bir yok olma, ulaşılamaz bir yere gitme, sorulanlara yanıt verme zorunluluğunun olmadığı bir konum, birlikte gitmek isteyenin gidemediği, giden kişiyi de bırakamadığı süreç; bir sonlanış mı, başlangıç mı olduğu bilinmeyen bir dönüşüm ve maalesef çoğunluğun farkında olmadan yaşadığı bir değişim.
“Bir yaşam geçiyor, uğraşılarıyla, koşuşturmalarıyla; önce okullara gidiliyor: çalış, daha çok çalış komutları altında gözler bozuluyor; beyinler yıkanıyor; zamanla başkalarının talepleri kişinin kendinden beklediklerine dönüşüyor –çalışmalıyım, başarılı olmalıyım; sevmeliyim, kendimi sevdirmeliyim; beğenmeliyim, beğenilmeliyim. Daha büyük evlerde oturup, daha hızlı arabalara binip daha çok ve değişik yerlere ulaşmalıyım. Daha fazla takdir edilmeliyim; yapacak daha çok şey var, zaman yaratmalıyım; eşime, çocuğuma, evime ve işime vakit ayırmalıyım; herkesin peşinde olduğu ulaşılmazı, mükemmelliği, kendimce tanımlayamadığım o gerçeği yaratmalıyım.
“Ve her adım bir hücre daha öldürüyor, her ihtiras vücuttan bir hücre daha eksilmesine neden oluyor; takdir edilen başarıların alkışlarla karşılandığı her törende vücuttaki hücreler aralarında bir cenaze töreni daha yapıyorlar, kendisini yenileyemeyecek olan bir hücreyi daha gömüyorlar bilinmeyen bir yere...
İnsan farkında olmadan kazandığı savaşçı kimliği içinde zamanın dondurulabileceğini, geri sarılabileceğini, istediği noktada yeniden başlatılabileceğini algıladığında da bunu yapacak kadar cesur olmadığı için zaman nihai donma noktası geldiğinde panikliyor. Hücrelerinin cenaze törenlerine hiç katılmadığı, hastalık adı verilen kimi olgularla karşılaşıp iyileştiğinde kendi savaşmamış, bir takım aracılar kullanarak ‘iyilik’ haline gelmiş olduğundan, zamanın durma noktasında tek yapabildiği düşünmekten korktuğu, yıllardır değiştirmeye çalıştığı geçmişini düşünmek, onunla yüzleşmek oluyor.
“Zayıflamış, derisi pörsümüş, cildi incelmiş, kemikleri çıkmış, ağzı kurumuş, dudakları çatlamış, adaleleri erimiş, gözlerinin parlaklığı sönmüş, eskiden dar ve küçük olduğundan yakındığı yatağın içinde ufacık kalmışken, tek söyleyebildiği kelime, ‘Yorgunum,’ oluyor ve bir anda fark ediyor ki o çok uzun gibi görünen yaşamında olan bitenleri, aşklarını, sevişmelerini, üzüntülerini, nefretlerini; tanıdığı kişileri, yolda geride bıraktıklarını, geçtiklerini, bir kenara attıklarını, ismini bile hatırlayamadıklarını dakikalar içinde gözünün önünden geçirebiliyor. Anımsama sürecine başlarken saatin beş olduğunu görmüştür ölmekte olan kahramanımız, kendisine saatler boyu kadar uzun gelen bir süre geçmişini düşündükten sonra yeniden saate baktığında beşi beş geçmektedir. İnler ve ‘Zaman geçmek bilmiyor,’ der.
“En şanssız insan, kendisini kalıcı bulanıklık konumuna, zamanın durduğu noktaya götürecek olayın ayırdında olmayan insandır.”
Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
Bir müddet sonra sesler uzaklaştı, önceleri onları net görürken, ben de onları bulanık görmeye başladım.giderek kayboldular.
Çok sonra onları yine net görebildiğimde, “Bir zamanlar bulanık görüntüsü olan bir adam vardı buralarda,” diye konuşuyorlardı.

20 temmuz – 13 agustos 2000, houston

9 Eylül 2008 Salı

ÖZGEÇMİŞ

Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci 1956 İstanbul doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Kadıköy Marrif Kolejinde tamamladı. 1972-1973 senesinde American Field Service bursuyla Amerika Birleşik Devletleri Michigan eyaletinde bir sene süreyle liseye devam etti. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne girdi ve 1981 yılında mezun oldu.Prof. Erözenci 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda uzmanlık eğitimine başladı. 1986-1990 yılların arasında değişik sürelerle University of Texas M.D.Anderson Kanser Hastanesine devam etti. 1988'de uzman, 1993'de Doçent ve 1999'da Profesör oldu. Halen çalışmalarına Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda devam etmektedir.Ağırlıklı ürolojik kanserler olmak üzere yurt içi ve yurt dışı dergilerde yayımlanmış elliden fazla makalesi vardır.Prof. N. Ahmet Erözenci Türk Üroloji Derneği, Amerikan Üroloji Derneği, Avrupa Üroloji Derneği ve Dünya Üroloji Derneği üyesidir. Üroonkoloji Derneği'nin kurucu yönetim kurulu üyesi de olan Dr. Erözenci, bu dernekte üç dönem bilimsel etkinliklerden sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak çalışmış ve Üroonkoloji Bülteni'nin yayımlanmasını sağlamıştır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesindeki görevinin yanı sıra Üroonkoloji Derneği kapsamında etkinlik gösteren Üroonkoloji okulunun da müdürüdür.Prof. Erözenci 1993 yılında "Ürolojik Kanserlerde Son Gelişmeler", 1997 yılında "Ürolojide İkilemler", 2004 yılında da "Üroloji 2004" başlıklı bilimsel toplantıların düzenlemiş ve başkanlığını yapmıştır.Üroloji alanında "Prostat Kanseri Seminer Notları (1993)", "Ürolojide İkilemler (1997)", "Prostat Kanserinde Tedavi (2002)", "Prostat Spesifik Antijen (2003)" isimli telif kitapları vardır. Bu kitaların yanı sıra ondan fazla üroloji kitabına da bölüm yazarı olarak katkıda bulunmuştur.Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci tıbbın yanı sıra edebiyat ve fotoğraf çekimiyle ilgilenmektedir. Edebiyat çalışmaları "Sadece bir gece istiyorum (AFA yayınları, 1992)", "Ve yalanlar ve sessizlik (AFA yayınları, 1997), "Kaleydesop (AFA yayınları 1999)", "Bir kaçıştır yaşamak (AFA yayınları 2000)", "Bir türk filmi olarak kanser (Yeniyaz yayınları 2003)" isimleriyle yayımlanmıştır. Son olarak "Mut için bir öykü" isimli kitabı MB yayınevi tarafından basılmıştır. Dr. Erözenci 2000-2001 yıllarında Yeni Binyıl Gazetesinde "1-2-3 Tıp" başlıklı köşesinde medikopolitik yazılar yazmıştır. Ayrıca Novartis ilaç şirketinin desteğiyle dört yıldır çıkmakta olan Novate isimli kültür sanat dergisinin editörlüğünü yapmaktadır.Dr. Erözenci 1991 ve 1993 yıllarında insansız doğa konulu iki fotoğraf sergisi açmıştır.
Mesleğinde yirmi yedinci yılını sürdürmekte olan Prof. Dr. Erözenci son yıllarda çalışmalarını tıbbın felsefesi konularına yoğunlaştırmıştır.

ATATÜRK VE MOZART - İKİ DAHİ

Türk Dil Kurumu dahi kelimesini olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, deha, olarak tanımlıyor. Kurumun internetteki sitesinde, her kelime için olduğu gibi, dahi kelimesinin kullanımıyla ilgili örnek de verilmiş: “Atatürk, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan dahiler soyundandı. (Haldun Taner)”

Wolfgang Amadeus Mozart ve Mustafa Kemal Atatürk farklı yüzyıllarda yaşadılar. Yaptıkları farklıydı. Yaşadıkları koşullar değişikti. Hedefleri farklıydı. Buna karşın Mozart’a müziğin dehası, Atatürk’e de askerlik ve politikanın dehası denmektedir. Ve kanımca isimlerinin başına bu sıfatın yakıştırılmış olması ikisinin de salt yaratıcı gücü ve yeteneği olmasından öte bir yaklaşımla irdelenmelidir.

Satır başlarıyla Mozart’ın yaşamına bakalım: 4 yaşında herhangi bir müzik parçasını yarım saatte öğrenebiliyordu. 6 yaşında besteciliğe başladı. 8 yaşında ilk senfonisini besteledi. 7-15 yaşları arasında Avrupa’nın yarısını konser vererek gezmekteydi. 1777’de Münih, Mannheim ve Paris turnesine çıktı. Paris’te annesi öldü, Salzburg’a dönmek zorunda kaldı. 1779’da Salzburg kardinalinin koruması altına girdi. 1781’de kilisedeki görevinden ayrıldı ve aksini yapsaydı rahat koşullarda yaşayabilecekken, ömrünün sonuna dek devrin geleneklerinin aksine hiçbir din veya saray himayesi altına girmedi. Bu açıdan, müzik tarihinin kilise, saray veya bir zengin koruması altında olmayan ilk freelance bestecisi olduğu söylenebilir.

Atatürk’ün yaşamına bakalım şimdi de: 7 yaşında okuldan ayrıldı sonra babasının ölümü üzerine 8 yaşında Selanik Mülkiye İdadisi’ne girdi. 10 yaşında Selanik Askeri Rüşdiyesi’ndeydi. 25 yaşında Şam’da Vatan Hürriyet Cemiyetini kurdu, 26 yaşında Selanik’e kaçak olarak gelip cemiyetin şubesini açtı. 27 yaşında Selanik – Ürgüp, 30 yaşında İstanbul ve Bingazi’deydi. 31 yaşında böbrek rahatsızlığı çekti. 32 yaşında Bolayır, 33 yaşında Bükreş ve Belgrad’da görev aldı. Çanakkale destanını yazdığında 34 yaşındaydı; 36 yaşında Suriye, 37 yaşında Halep’deydi. 38 yaşında Samsun’a çıktı ve aynı sene saray tarafından idama mahkum edildi. Ve yine aynı yaşta en yakın bildiği kişiler kendisinin kongre başkanlığı aleyhine oy kullandılar.

8 Temmuz 1919’da Vükela Meclisi, Atatürk'ün 3. Ordu Müfettişliği'nden alınması gerektiğine karar verir. 8-9 Temmuz 1919 Atatürk telgraf vasıtasıyla sarayla görüşür ve kendisine resmi memuriyetine son verildiği bildirilir. Bu tarihte Mustafa Kemal, Çanakkale Kahramanı olarak tanınmaktadır; hedefi yurdu kurtarmaktır ve asker olması, emrinde kıta(lar) olması bu hedefine ulaşmasında işini kolaylaştırıcı bir öğedir. Ama sarayla görüşmesinden Atatürk hiç vakit geçirmeden gece saat 10.50'de Harbiye Nezareti'ne ve 11.00'den sonra da Padişah'a, resmi vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifa ettiğini bildiren telgrafı çeker: "Büyük bir aşk ile bağlı bulunduğum yüce askerlik mesleğimden de istifamı sunarak veda ettiğimi arz ederim"

Ertesi gün, 9 Temmuz’da bu kararının ne kadar geri dönülmez olduğunu halkıyla paylaşarak perçinler: “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan pek aşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes milli gayemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir lerd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilan eylerim."

Mustafa Kemal, günümüzde çok kullanılan, ama maalesef sadece kullanılmakla kalan moda tabirle sine-i millete dönmüştür.

Bir de Mozart’ın saray korumasından ayrıldığı zaman yazdıklarına bakalım: “Sevgili Babacığım, Hizmetinden ayrılma kararını bildirmek için Kont Colleredo'nun yanına gittiğimde ondan beklemediğim bir hakaretle karşılaştım. Artık Salzburg Sarayının hizmetinde değilim ve hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum. İnsanları onurlu ve soylu yapan kalbidir. Kont değilsem de içimde bir sürü konttan daha çok soyluluk var."

Mozart klasik müziğin hemen her alanında eser veren neredeyse tek bestecidir. Köchel kataloğunda 49 senfoni, 20 opera ve 20 piyano konçertosu yer almaktadır. Bestelerine bakıldığında bir çok özelliğini görürüz: Devrimcidir; Figaro’nun Düğünün operasının baş kahramanı, o güne dek alışılanın tersine, bir soylu değil; soylunun hizmetçisidir. Evrenseldir; Eserlerinde antik çağların polifonisini, Orta ye Kuzey Almanya'nın barok müziğini, İtalyan operasının yeni katkılarını, Viyana Mannheim okullarının çalgı müziği tekniğini ve o zamanki Fransız müziğinin özelliklerini bağdaştırmayı bilmiştir (Saraydan kız kaçırma, Alla Turca). Filozoftur; Ölümü, “İnsanın en yakın arkadaşı,” olarak tanımlamış; konuk olduğu bu dünyada yapabileceği en iyi şeyin Tanrı vergisi yeteneğini en üst düzeyde kullanmak olduğunun ayrımında olarak yaşamıştır. Daha kağıda dökmeden önce bestenin bitmiş olması, Mozart'ın belli başlı bestecilik özelliğidir. Müziğini notaya geçirmesi O'nun için yalnızca mekanik bir iştir. Dolayısıyla bu işi daima son ana bırakmayı tercih etmiştir. Eserlerinin çoğu, uzun süreli tasarım ve değerlendirmelerin ürünüdür.

Yaratılarının uzun süreli tasarım ve değerlendirme sonucu oluşu, kanımca Atatürk’le Mozart, bu iki dahi arasındaki en önemli ortak paydayı oluşturuyor. Bunu açıklamak için de Atatürk’ün devrimlerini anımsayalım:

1. Siyasal Devrimler: · Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) · Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması · Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Mozart ve Mustafa Kemal arasındaki dehalık benzerliğini irdelemek için Halifeliğin kaldırılması ve Harf Devrimlerine ileride değineceğiz. Ama öncesinde bir dahinin beyninin nasıl çalıştığını az da olsa anlayabilme adına Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, cumhuriyetin alnına giden yolda Atatürk’ün bazı söylemlerine bakalım:

Laiklik konusunda: “Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz."

Milliyetçilik üzerine: "Özellikle bizim ulusumuz, ulusal anlayışa sırt çevirmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar, hep ulusal ilkelere sarılarak, ulusçu ilkenin gücüne dayanarak kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzü yitirdiğimiz anda, bizi aşağıladılar, küçük gördüler. Anladık ki, suçumuz kendimizi unutmamızmış.”

Halkçılık üzerine: “Bizim halkımız, yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlığı ve gayretleri birbirine gerekli olan sınıflardan oluşur. Bu dakikada dinleyenlerim, çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi, ötekisinin karşısında olabilir. Çiftçilerin, sanatkarlara; sanatkarların çiftçilere ve çiftçinin, tüccara ve bunların hepsinin, ötekine ve işçiye ihtiyacı olduğunu kim yalanlayabilir?"

Devletçilik üzerine: “Devletle bireyin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmak... İlke olarak devlet, bireyin yerini almamalıdır. Fakat bireyin gelişmesi için, genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel faaliyeti, ekonomik kalkınmanın asıl kaynağı olarak kalmalıdır. Devletle birey, birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik kişisel gayret ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirebilmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda, devleti doğrudan ilgili kılmaktır.”

Ulusçuluk ilkesi üzerine: “Bir ulusun diğer uluslara bakarak, doğal ve kazanılmış özel karakterlere sahip olması, diğer uluslardan farklı bir varlık meydana getirmesi, genellikle onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışması anlayışı…”

Devrimcilik üzerine: “Devrimin yasası, öbür yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı bozmadıkça, başladığımız devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki çağlarda da böyle olacaktır.”

Tüm bu söylemler, söylendiği zaman göz önüne alındığında, bir dahinin beyninin nasıl uzun süreli bir planla çalıştığını, elde edilenle (Kurtuluş Savaşının kazanılması) asla yetinmediğini ve ileride göreceğimiz gibi her adımın bir sonraki hamleye hazırlıkta nasıl kullanıldığının göstergesidir.

Örnek iki devrimimize dönelim: Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) ve Harf Devrimi (1 Kasım 1928).

Halifeliğin kaldırılmasından 2, Harf Devriminden 6 yıl önce, 1922 yılında Atatürk Millet Meclisi açılış konuşmasında küsüden şu şekilde seslenmekteydi: “Camilerin kutsal minberleri halkın din ve ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını sağlamak, Şeriye Bakanlığının önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne seslenmekle Müslüman kişinin bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir.”

Dikkatle okunduğunda söylemi birkaç maddeye ayırabiliriz: İlk cümlede camiler yüceltilmektedir, ikinci cümlede camilerde söylenenin halk tarafından anlaşılması gerekliliği, dolayısıyla şimdiki haliyle anlaşılamadığı vurgulanmakta, bunun sağlanmasının Şeriye Bakanlığının iş tanımına dahil olduğu belirtilmekte ve nihayet son cümlede din öğesi vurgulanarak bireyin bundan sağlayacağı faydanın altı çizilmektedir. Halifelik kalkmalı veya Latin alfabesi kabul edilmeli gibilerinden bir söyleme rastlanmaz.

7 Şubat 1923’de Balıkesir Zağnos Ağa Cami minberinden halka seslenir Atatürk. “Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişahın namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç, halkı aydınlatma ve ona doğru yolu göstermektir; başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir.”

Latin harflerinin kabul edilmesine daha 5 yıl vardır, ortada bunla ilgili bir çalışma bile yoktur. Burada halife ve padişah namını taşıyan müstebit, yani onlar adına konuşan zorbalar denilerek padişah ve halife, hutbeleri kendi çıkarlarına göre verenlerden ayrı tutulmakta, halkın buna tepki duymaması da kullanılan dilin anlaşılmaz olmasına bağlanmakta, hutbelerle hedefin ne olduğu (halkın aydınlatılması) vurgulanmakta ve hutbelerde güncelleştirme yapılmamasının halkın geri kalmasına yol açacağının altı çizilmekte ve satır arasında da bunun kimilerinin çıkarına olduğu belirtilmektedir.

Mustafa Kemal konuşmasını, “Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır,” sözleriyle bitirir. Bu bölümde hutbeyi verecek kişilerin yetkinliği net olarak tanımlanmakta, ama daha da ötesi, kullanılan dilin değişmesi gerekliliği net olarak söylenmektedir. Ve daha dikkat çekici olan, Atatürk’ün bunu vurgularken, “Hutbelerin tümüyle Türkçe olması iyi olur,” gibi yumuşak kelimeler kullanmak yerine, “…olmalıdır ve olacaktır,” gibi emredici, tartışmaya açık olmayan bir dil kullanmasıdır.

Osmanlı toplumunun geri kalmasındaki nedenleri çok iyi saptamış olan Atatürk, toplumun değer verdiği öğeleri (din ve padişah) de çok iyi bilmektedir. Kafasındaki hedefe ulaşmak için bu öğelerin bir seferde dışlanmaması gerektiğini, hedefe varmak için kullanılabileceklerini de belirlemiş durumdadır. Hilafet 1924’de kaldırılır.

Latin harflerinin kabülüne giden yoldaki yolculuğumuza devam edelim. 10 Nisan 1926’da sessiz sedasız çıkartılan bir yasayla Türk yurttaşlarına ait şirket ve kuruluşların Türkiye sınırları içerisinde sözleşme, iletişim, hesap ve defter tutma gibi her türlü işlemlerinin Türkçe olması zorunluluğu getirilir, buna uymayanlar cezalandırılacaklardır. Başarılı her lider gibi hedeflerine ulaşmakta yakın çevresindekileri kullanmakta da usta olan Atatürk, Ekim 1927: dil uzmanı Ahmet Cevat Emre’yi Vakit gazetesinde Lisanımız Hakkında Bir Kalem Tecrübesi başlıklı bir yazı dizisine başlatır. Emre bu yazı dizisinde, “Alfabe, dili biçimlendiren bir araç olduğuna göre, yazı ve dil sorunlarının birlikte ele alınmasının daha doğru olacağı…” görüşünü belirtir. O ana dek Latin harflerinin kabul edilmesi gerekliliği yönünde sinyal veren konuşmalar yapan lider, burada çıtayı bir miktar daha yükseltmekte ve ilk kez dil sorunu, yani kullanılan dilin de Türkçeleştirilmesi gerektiği görüşünü belirtmektedir. Ve nihayet 23 Mayıs 1928’de Dil Heyeti ya da Alfabe Encümeni diye anılan dokuz üyeli özel bir kurul oluşturulur; kurulda eğitimci, dil uzmanı, yazar milletvekili olarak üç ayrı kesimden üçer üye görevlendirilir. Kurul üyelerinin çalışmalarının birkaç sene içinde biteceğini söylemelerine Atatürk aylar içinde bitirilmesi emrini verir. Daha Latin alfabesi kabul edilmeden, 9 Ağustos 1928’de, "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum," sözlerini söyleyerek eskiyle aradaki köprüyü tamamen atar. Ve 1 Kasım 1928’de Dil Devrimi olarak tanımlanan olay gerçekleşir.

Kısa bir ara özet yapmak gerekirse, dahi bir liderin kafasında çok önceden belirlediği bir atılım, 6 yıl önceden başlayan, toplumu bu değişime hazırlayan, gerekçelerini sıralayan ve kabul ettiren konuşmalarla, amacına ulaşmakta toplumun değer verdiği (ama kendisinin belli ölçüde gözden çıkarttığı) kurumlar ve kişiler de kullanılarak adım adım gerçekleştirilmiştir.

Türk devrimleri içinde Dil Devrimi zamanın dış basınında en ilgi çeken devrim olmuştur. Latin harflerini kabulünden iki ay sonra National Geographic, ondan bir ay sonra da L’Illustration dergileri bunu kapak konusu yapmışlardır. National Geographic dergisindeki yazıda değişimin halk tarafından nasıl kabul edildiği, herkesin yeni alfabeyi öğrenmek için nasıl çabaladığı anlatılmakta ve böylesine radikal bir değişimi halkına ancak bir dahinin kabul ettirebileceği belirtilmektedir.

Ama dahinin kafasındaki uygulamalar bununla da bitmez. Alfabe Encümeni’nindekilerin görevleri bittiği gerekçesiyle ayrılmak istemelerini Atatürk kabul etmez, dil sorunu daha çözülmemiştir, encümenin adı Dil Heyeti’ne çevrilir ve üye sayısı on yediye çıkartılır. Heyetin ilk toplantısındaki konuşmasında Mustafa Kemal hedef ve görevleri şu şekilde tanımlar:
a) Bir mektep lügati (okul sözlüğü) hazırlanması,
b) İmlâ lügatinin (yazım kılavuzu) hazırlanması,
c) Türkçenin gramerinin (dilbilgisi kurallarının) saptanması,
ç) Sözlük çalışmalarına esas olmak üzere de Fransızca 2 ciltlik Larousse’un saf Türkçe olarak çevrilmesi.

Temmuz 1932’de Dil Heyeti, Türk Dil Tetkik Kurumu adını alır, 26 Eylül – 5 Ekim 1932’de de 1. Dil Kurultayı toplanır. Atatürk buradaki açış konuşmasında, yıllar önce devrimcilik anlayışını belirtirken vurguladığı devrimler süreklidir kavramına uygun olarak konuşma yapar: “Amacımız, Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek, Türkçe’yi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek, bunun için, bugün yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış öğeleri atmak.ve halkçı bir yönetimin istediği biçimde halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmaktır.”
Bu amaca ulaşmak için yapılacaklar da belirlemiştir: “Derleme Defterleri ve kılavuzlar derhal ve nefis surette bastırılacak; bültenin nefis ve cazip şekilde derhal bastırılacak, şimdiki Anadolu Kulübü binası ayın 2’inci gününe kadar Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez Heyetine devir ve teslim edilecektir.”
Lütfen detaylara dikkat edin, derleme defter basılacak değil, nefis surette bastırılacak, bülten cazip şekilde bastırılacak…

İlk tohumu 1922’de atılan Dil Devrimi 1932’de toplanan kurultayla hedefine ulaşmıştır. İşte bir dahinin beyin yapısı: hedefini belirleme, ona inanma, toplumunu bu hedefe hazırlama, asla vazgeçmeme, işin hedefe ulaşılmasıyla sonlanmadığını bilme, sürekliliği ve takibi sağlama.

Ama bir dakika. Belki dahi liderin kafasında olay 1922’den de önce başlamıştı. Şu anıya göz atalım:
“‘Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.’ dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: ‘Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!’ dedi.
Süreyya da, ben de: ‘Bundan emin olabilirsin, Paşam!’ dedik. ‘Öyle ise tarih koy!’ dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, ‘Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.’
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve ‘Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?’ dedi.”

Atatürk öylesine bir dahi liderdir ki, İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da, “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek, hükümet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” ilk hedefi olan İstiklal Harbinin kazanılmasına giden yolda bu şekilde toplumun her kesiminin desteğini almıştır.

Nostalji kelimesinin sözlük anlamı geçmişe özlem. Bu özlem genellikle yaşanmış bir geçmişe oluyor; çocukluğa, eskiden yaşanmış bir yere vs; çünkü özlemi anılar doğuruyor. Peki altmış dokuz yıl önce ölmüş, sadece resimlerini gördüğümüz birine özlem duyma nasıl açıklanıyor?

KILAVUZU KARGA OLANIN

Olgu: AE, 53 yaşında, evli, bir çocuğu olan erkek hasta. Herhangi bir ürolojik yakınması yok. Ailesinde prostat kanseri öyküsü yok. Total PSA tetkiki 4.1 ng/ml olarak saptanmış. Rektal muayenede prostat (+) adenom kıvamında bulmuş ve transrektal ultrason ve biyopsi yapılmasını önerilmiş.

Biyopsi gerekliliğinin tartışılması:Total PSA›2.5ng/ml olduğu durumlarda yapılan biyopsilerde %12’lere varan prostat kanseri tanı oranı bu hastaya biyopsi yapma gerekliliğini geçerli kılmaktadır. Bunun da ötesinde, Partin nomogramlarının bir kez daha gözden geçirildiği çalışmada, rektal muayenesi normal, sadece total PSA yüksekliği nedeni ile yapılan biyopsilerle tanı konan prostat kanseri olgularında (T1c), total PSA 4.1-6.0 ng/ml olan durumlarda TRUS biyopsi ile gleason skor 5-6 olduğu durumlarda radikal prostatektomi sonrasında olguların %83’ünde organa sınırlı, sadece %16’sında ekstra prostatik yayılım ve %0 olguda lenf nod pozitifliği olduğu göz önüne alınırsa, bu hasta için biyopsi gerekliliği bir kez daha ortaya çıkar(1). Aynı çalışmada aynı PSA aralığı için gleason skor 8-10 olduğunda organa sınırlı, ekstraprostatik ve lenf nod tutulum oranları sırasıyla %55, %32 ve %3 olarak saptanmıştır ki, bu olumsuz patolojide bile hastanın tedaviden fayda göreceği savlanabilir.
Öte yandan yapılan Partin ve arkadaşlarının bir başka çalışmasında total PSA 4.1-6.0 ng/ml olan 51-60 yaş grubu erkeklerde rektal muayene normal olduğunda kanser olma oranının %14, rektal muayenede şüpheli nodül olduğunda ise %44 olduğu belirtilmiştir(2). Bu verideki %14 kanser tanısı konma oranı diğer bir açıdan, yani %86 kanser tanısı konmama (kanser olmama) açısından ele alınırsa, biyopsi yap(tır)ma kararının doktor tarafından değil, kendisine tüm veriler anlatıldıktan sonra hasta AE tarafından verilmesi gerekliliği ortaya çıkar.
Bu noktada doktorun hastasını bilgilendirmede yukarıda bahsettiğimiz çalışmalardan ziyade değişik çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre hastalığa yaklaşımı belirleyen kılavuzları kullanacağı kesindir. Avrupa Üroloji Derneği (EAU) kılavuzlarına göre total PSA 3.0-6.0 ng/ml arasında olduğunda ilk PSA tayinini takip eden 7 yıl içinde prostat kanseri tanısı konma kümülatif riski %34’dür(3). (Yedi yıllık kümülatif riskden bahsederken bazı hastalara ikinci, hatta üçüncü set biyopside tanı konduğu da unutulmamalıdır!)
Kendisine anlatılanlardan kafası karışan hastanın danıştığı ikinci ürolog, total PSA düzeyinin tek başına biyopsi endikasyonunu belirlemede yetersiz olduğu gerekçesiyle serbest PSA’yi da ilave ederek tetkiki yinelemiş, bu kez total PSA 4.2 ng/ml, SPSA oranı ise %22 olarak tespit edilmiş. Doktor, SPSA oranı %25’in altında olduğunda tümör görülme riskinin yüksek olduğunu söyleyerek biyopsi yapılması gerekliğini belirtmiştir.
Hastanın elindeki verilerle görüş aldığı üçüncü ürolog, İto ve arkadaşlarının 1965 hastayı kapsayan arama çalışmalarında tanı konulan 303 kanser olgusunun 104’üne 8 yıllık takip süresinde tanı konulduğunu, çalışmada primer SPA oranı %22’den ufak olduğunda tanı üçüncü sene konduğunda hastaların %81.7’sinde, sekizinci sene konduğunda %53.2’sinde organa sınırlı hastalık olduğunu vurgulayarak, hemen biyopsi yapılmasına gerek olmadığını, hastanın bir süre daha PSA tetkikleriyle takip edilebileceğini belirtmiş(4). (SPSA oranı %22’den yüksek olduğunda takipde üçüncü ve sekizinci sene tanı konan kanserlerin organa sınırlı olma oranı sırasıyla %91.9 ve %87.7’dir).
Bu verinin kendisine sunulmasıyla rahatlayan hasta biyopsi yaptırmaktan vazgeçmiş, ancak TURP geçirmiş bir tanıdığının yönlendirmesiyle gittiği dördüncü üroloğun İto’nun çalışmasının Japonlar üzerinde yapıldığını, Japonya’da zaten prostat kanserinin az görüldüğünü söylemesi ve konunun artık kapanmasını isteyen karısının israrı üzerine biyopsi yaptırmaya karar vermiştir.

Ara geçiş: Mastercard reklamlarında, bardak, çiçek, kitap gibi metalar gösterildikten sonra annesine sarılan biri gösterilmekte ve fondaki ses, “Paranın satın alacağı bazı şeyler vardır. Geri kalan her şey içinse mastercard,” demekte. Bu reklamın hasta AE’ye yönelik uygulamasını yaptığımızda, fonda trafik, gürültü, ekonomi gibi insanı strese sokacak şeyler gösterilmeli ve fondaki ses, “Bir erkeği strese sokacak bazı şeyler vardır. Bunlar yetersiz kaldığında da PSA,” demelidir.

Tedavi seçeneklerinin tartışılması: Biyopsi sonucunda 2/12 odakta gleason skor 2+2 adenokanser saptanan hastaya ilk üroloğu ilave bir tetkik yaptırmaya gerek olmadığını, Kattan nomogramına göre 10 ng/ml altındaki total PSA değerlerinde RP sonrasında organa sınırlı hastalık saptanma olasığının %90, lenf tutulumu olma olasılığının %1, beş ve on sene hastalıksızlık oranlarının %98 olduğunu ve kılavuzların da bu durumdaki hastada cerrahi girişim önerdiğini söyleyerek RP yapılması gerektiğini söylemiş (5).
İkinci ürolog RP fikrine katılmakla birlikte, öncesinde pelvik BT ve kemik sintigrafisi yapılması gerektiğini, çünkü her ne kadar lenf tutulumu veya kemik metastazı olmayacağına inansa da prensip olarak her hastasına ameliyat öncesinde olabildiğince etraflı tetkik yaptırdığını söylemiş.
Üçüncü ürolog, hasta istediği takdirde BT ve sintigrafinin yapılabileceğini ama RP’in yanı sıra yakın takip veya radyoterapi seçeneklerinin de olduğunu, üstelik bunlarda empotans ve enkontinans risklerinin olmadığını belirtmiş.
Hasta bu noktada zaten juvenil diyabet tanısıyla elli yıldır tedavi gördüğünü, insülin kullandığını, son beş yıldır diyabetik nöropati nedeniyle görme bozukluğu ve zaman zaman idrar kaçırması olduğunu, uzun süredir PD5 inhibitörü kullanmadan ereksiyon olmadığını söylemiş.
Amerikan Üroloji Derneği (AUA) lokalize prostat kanseri kılavuzunda (2007), bu evredeki hastaların tedavi seçeneklerinde watchful waiting (WW) ve aktif takip, brakiterapi, eksternal radyoterapi, radikal prostatektomi, primer hormonal tedavi ve diğer tedaviler yer almaktadır.
Hastaya takip öneren üçüncü üroloğun WW mi, aktif takip mi önerdiği net olmadığından burada ikisini birden kısaca irdeleyeceğiz.
Randomize kontrollü çalışmalarda WW, hastanın prostat kanserinin definitif tedavisinden fayda görmeyeceği mantığına dayanır ve bu hastalarda tedavi lokal veya sistemik progresyon olana kadar geciktirilir(6,7). Aktif takipdeki mantık ise hastaların bazılarının tedaviden fayda göreceğidir. Dolayısıyla bu yaklaşımda hedeflenen öncelikle progresyon riski olan hastaları belirleyip onları tedavi etmek, ikinci olarak da progresyon riski olmayan hastalara da hiçbir tedavi yapmamaktır. Kılavuzda aktif takip yaklaşımına uygun adayların düşük gleason skoru olan, PSA seviyesi 10 ng/ml atında olan, evresi düşük olan, beklenen yaşam süresi kısa olan hastalar olduğu belirtildikten sonraki cümlede, bu yaklaşımın yukarıdaki koşullara ilaveten düşük tümör yükü olan genç hastalar için de geçerli olabileceği, çünkü bu hastalarda progresyon riskinin az olmasının yanı sıra, progresyon olduğu takdirde yapılacak tedaviden fayda görecekleri vurgulanmıştır(8,9,10). Benzer şekilde Chodak ve arkadaşlarının hasta AE’ye uyan grupta beş ve on senelik hastalığa özgü sağkalımın sırasıyla %98 ve %87, metastazsız sağkalımın da aynı süreler için %93 ve %91 olduğunu gösteren yayınlarını referans gösteren Avrupa Üroloji derneği, prostat kanser kılavuzunda, 55-74 yaş grubunda gleason skoru 2-4 olan hastalarda kanserden ölüm riskinin %4-7, kansere özgü mortalitenin de %8 olduğunu da vurguladıktan sonra iyi diferansiye tümörü olan hastalarda tedavinin geciktirilebileceğini, beklenen yaşam süresi 10 seneden fazla olan hastalarda ise PSA takibinin ve gerektiğinde re-TRUS ve biyopsi yapılmasının altını çizmiştir(11,12,13). Sonuç olarak, hele RP’nin yan etkilerinden de sakınmak istiyorsa, bu hastaya yakın takip önermek hiçbir şekilde yanlış bir yaklaşım değildir.
AUA kılavuzunda radyoterapinin gleason skoru 7’den büyük, PSA›10g/ml olan hastalarda uygulanması gerektiği bildirilmiştir. Buna göre hasta AE’ye RT önermek doğru olmaz. Öte yandan EAU kılavuzunda lokalize prostat hastalığın tedavisinde RP ile eksternal RT’yi karşılaştıran randomize çalışma olmadığının söylendiği cümleden hemen sonraki cümlede, National Institute of Health verilerine göre RT sorasında sağkalım süresinin ve sağlanan yaşam kalitesinin cerrahi sonrasındakine eşdeğer olduğu belirtilmektedir. Kılavuzun özet bölümünde cerrahi girişimi kabul etmeyen genç hastalarda bile RT yapılabileceği söylenmektedir. Dolayısıyla kılavuzumuzu EAU kabul edersek, hasta AE’ye RT önerebilriz.
AUA kılavuzda hastalığın gerçekten organla sınırlı olduğu hastalarda RP’nin kesin kür sağladığı; EAU kılavuzunda ise sadece PSA yükseliğiyle tanı konan kanserlerin %11-16’sının klinik açıdan önemsiz kanser olduğu belirtildikten sonra, %30 hastada da lokal ileri hastalık saptandığına dikkat çekilerek bu olgulara RP yapılması gerekliği vurgulanmıştır(14,15,16).
Her ne kadar hastaya sunulan tedavi seçenekleri içinde olmasa da, primer hormonal tedavi AUA kılavuzunun ilgili bölümünde ilk paragrafta herhangi bir nedenle RP veya RT yapılamayan düşük riskli hastalarda androjen baskılama tedavisinin giderek artan bir şekilde yapıldığı belirtilmekte, ancak hemen ikinci paragrafta ise bu tedavinin kardiovasküler hastalık ve diyabet riskini artırması nedeniyle önerilmediği vurgulanmaktadır(17,18). Dolayısıyla zaten diyabet olan AE için bu tedavi kesinlikle uygun değildir.

Olgunun anımsanması: AE, 53 yaşında, evli, bir çocuğu olan erkek hasta. Herhangi bir ürolojik yakınması yok. Ailesinde prostat kanseri öyküsü yok. Senelik sağlık kontrolü esnasında yapılan total PSA tetkiki 4.1 ng/ml olarak saptanmış. DRE (+) adenom. Juvenil diyabet, insülüne bağımlı, diyabetik retinopatisi, diyabetik nöropatisi ve erektil disfonksiyonu var. TRUS biyopsi sonucunda 2/12 odakta gleason skor 2+2 adenokanser tanısı konmuş.

Burada gittiği ürologlardan birinin yapılması gerektiğini söylediği kemik sintigrafisinin bu hasta için EAU kılavuzunda önerilmediğini de belirtelim.

Anamnez daha da derinleştirildiğinde hasta diyabet tanısının ilkokuldayken konulduğu, ailesi tarafından diğer çocukların oyunlarına katılmasına sınırlama getirildiğini, bu nedenle ilkgençlik çağlarında depresyon tedavisi gördüğünü, sonrasında “diğer çocuklardan daha güçsüz olmasından kaynaklanan aşağılık duygusunu yendiğini” (hastanın kendi sözleri), üniversite sonrasında bir gazetede başladığı çalışma hayatını görme bozukluğu nedeniyle sonlandırmak zorunda kaldığını, iki yıldır antihipertansif ilaç kullandığını, son zamanlarda angina pectorise benzeyen ağrıları olduğunu ve nihayet son iki aydır yürürken sol bacağını sürtmek zorunda kaldığını, sol bacağında dizinin altında iyileşmeyen bir yara olduğunu anlattı.

İrdeleme
Tıpda hastalıklara yaklaşımda birtakım kılavuzlar olması temeli ilk olarak 1924’de Almanya’da F. Kraus tarafından Kraliyet Sağlık Konseyinde, “Hekimlerin hastalara kaliteli hizmet vermeleri amacıyla ekonomik ve matıklı yaklaşımlar belirlenmeli,” cümlesiyle atılmıştır (19). 1970 yılında Kanada’da David Sackett ve arkadaşları tarafından tıbbi makalelerin nasıl okunması gerektiğini ve bilimsel verilerin tanı ve tedaviye katkılarını onu alan bir dergi çıkartılmaya başlanmış, 1980’de de Gordon Guyatt ve arkadaşları günümüzde kanıta dayalı tıp (KDT) olarak bilinen “bilimsel-tıbbi-yaklaşım” kuramını ilk kez ortaya atmışlardır (20-21).
Bu tarihe kadar hastaya yaklaşımı deneyim, eskilerden öğrenilenler, anekdotal vakalar –yani insani faktörü- belirlerken, kılavuzlar randomize kontrollü çalışmaların meta analizinden elde edilen verilere öncelik vermiş, otoritelerin görüşleri (yani deneyim) güvenirlilik açısından son sıraya atmıştır.
Çok genel bir tanımla bilim, değişik hipotezleri tekrarlanabilir yöntemlerle sınayarak evren hakkında genel kuramlar geliştirir. Bunu sağlamak için de bilim adamının tarafsız ve ön yargısız olarak aydınlatmayı düşündüğü sorunla ilgili bir hipotez geliştirmesi, o hipotezi test edecek deneysel veya klinik koşulları oluşturması, çıkan sonuçlar geliştirdiği kuramın aksi yönünde bile olsa müdahele etmemesi ve nihayet vardığı sonucun genellenebilirliğini kanıtlamak için daha geniş çalışma yapması gerekmektedir. Şayet tıp bir bilimse, kılavuzlar ve kanıta dayalı tıp bir önceki cümlede saydıklarımızı bire bir kapsıyor demektir.
Günümüzdeki tıp eğitmenlerini de benzer şekilde ele alabiliriz: Eğitici, ayırıcı tanıya bilimsel teoriler gibi yaklaşmakta, aynen bilim adamının değişik hipotezleri çürütmesi gibi olası tanıların neye dayanılarak dışlanacağını açıklayarak talebelere tıbbı bilim olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımın muhakkak doğru yanı vardır, ancak bilimin tekrarlanabilirlilik özelliğine göre, bu kez aynı hastalık için her hastada tanıya hep aynı yoldan gidilmesi gerekir; bunun olması için de hastaların aynı hastalık (örneğin prostat kanseri) için öykülerinin aynı olması gerekir. Hipokrat’ın bir sanat olarak tanımladığı tıp’la, modern zamanlarda bilimsel yönü belirginleşen tıbbın ayrımı da zaten burada ortaya çıkıyor. Kılavuzlar ve KDT’ın asla tartışılmadığı (ve bir yere kadar gerekliliğine bu satırların yazarının da inandığı) bilimsel tıp, mesleğimizin sanat yönü olan hastanın öyküsünü dinleme, anamnez alma ediminin (ve kaçınılmaz olarak hastalık yoktur, hasta vardır söyleminin) giderek önüne geçmekte. Kılavuzlar hastaya yaklaşımda o denli öncelik kazanmış durumda ki, 1998 yılında yapılan bir çalışmada, soruşturulan doktorların %48’i kılavuzları okuduktan sonra tanı ve/veya tedavi yaklaşımlarını değiştirdiklerini belirtmişler(22). Değişen %48’lik oranın hastanede yatış süresinde azalma (%12), kimi olgularda ameliyattan vazgeçme (%21) olduğu düşünülürse, kılavuzların salt hastaya en iyi bakımı vermede değil, sağlık ekonomisine de katkıda bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak bir doktor salt KDT’ba göre davrandığında, hastanın o anki sorununu, belki on binlerce vaka üzerinde önceden yapılmış çalışmalar ışığında değerlendiriyor demektir. Kılavuzların yazılmasına kullanılan ve en üst düzeyde veri olarak kabul edilen kontrollü randomize çalışmalardaki hasta, kendinden elde edilen verinin genellenerek ileride çalışmaya katılan tüm hastaların verileriyle birlikte, çalışmanın sonunda yayınlanacak olan tabloda sadece bir nokta olmaktan öte gitmeyecektir. Bu tabloda hastanın bireysel olarak yaşadıkları hiçbir zaman yer almadığı için, hastasına yaklaşımda kendisini KDT veya kılavuzlarla sınırlayan doktor, bilimsel olurken, aslında hastasının o grafikteki noktalardan biriyle aynı olduğunu varsaymaktan başka bir şey yapmıyordur.
Geniş bir açıdan bakıldığında gerek tanıda, gerekse tedavide kılavuzlar doktorun hastasına yaklaşımını belirleyen yol göstericilerdir. Tıpda karar verme süreci ise birden fazla nokaya dayanır: Bilimsel veriler, kişisel deneyim, ön yargılar, değer yargıları, ekonomik ve politik durum ve nihayet felsefi duruş (23).
Bu yazının amacı açısından, felsefi duruş üzerine odaklanacağız.
Yaptırımcı felsefede, bir eylemin değeri, onun yaptırımlarıyla ölçülür; ki KDT bunun tipik bir örneğidir. KDT çerçevesinde veya kılavuzlara göre bir hastaya yaklaşımda bulunduğumuzda umulan, kanıtlara bakıp bunların ışığında hastaya mantıksal ve dengeli bir yaklaşımda bulunulacağıdır. Ancak dengeli yaklaşım için bir eylemin tüm yaptırımlarının bilinmesi ve bunların da ölçülebilir olması gerekir. Öte yandan PSA değerinin 4.1 ng/ml olarak saptanmasından sonra söylenenenlere hasta AE açısından bakarsak, onun biyopsi kararına kadar yaşadığı çalkantıları, kafasından geçenleri, kendisine söylenenlerin yaşamını nasıl etkilediğini, kanser olma olasılığı karşısında depresif bir ruh haline bürünüp bürünmediğini bilmemize olanak olmadığı gibi, bunu ölçebilecek somut bir kriter de yoktur. Filozof Bernard Williams ekonomide ölçülebilen kavramların genellikle ölçülemeyen kavramlarla karşılaştırıldığını, bu nedenle de ölçülemeyen kavramların nihai denklemde yer almadığını söyler (24). Salt KDT’ba göre hareket ettiğimizde de yaşam kalitesi gibi ölçülmesi zor bir kavramla, maliyet ve mortalite gibi ölçülebilen kavramları karşılaştırmaktan öte bir şey yapmıyoruz.
Kılavuzlar, her uzmanlık alanında çıkan sayısız dergilerde çıkan yazıların taranması sonucunda, araştırmanın güvenirliliğine, kontrollü randomize çalışma olup olmamasına göre uzmanlar tarafından değişik derecelerde kanıt derecesi verilerek hazırlanan ve yoğun meslek yaşamında tüm dergileri takip etme olanağı olmayan doktorlar için yol göstericidirler (ki buradaki ironiyi de vurgulamak isterim: Kılavuzları hazırlayan, hangi çalışmanın referans olarak kabul edilebileceğini uzmanlar belirliyor, ama öte yandan uzman görüşü KDT’da kanıt derecesi olarak en aşağıda yer alıyor). Kılavuzlara göre hastasına yaklaşımda bulunan doktor, teoride de olsa, olabilecek en güncel bilgiyle, tıbbi hata olasılığını minimalize ediyor demektir. Salt kılavuzlara bağlı kalındığında, bilimsel bir yaklaşımda bulunulduğu kesindir. Ancak göz ardı edilememesi gerek, hiçbir kılavuzda hasta beklentileri ve/veya değerleri ve/veya beklentileri maddesinin olmadığıdır.
Sackett, kanıta dayalı tıbbın yararlı olması için (doktorun) her hastaya özgü öncelikleri, düşünceleri ve beklentileri dikkate almak gerektiğini söylemektedir (25). Kılavuzlara dayanarak hasta AE’ye radikal prostatektomi sonrasında on senelik sağkalım oranının %95 olduğunu söleyebiliriz, ama buna karşılık hastanın, prostat kanseri tanısı genellikle 65 yaş civarında konuluyormuş, verdiğiniz rakam da o gruba ait, benim önümdeki beklenen yaşam sürem 25-30 yıl, %95’lik oran benim için de geçerli mi sorusuna hiç bir kılavuzda net bir yanıt yoktur.
Salt kılavuzlara dayanarak meseleğini sürdüren doktorun, kılavuzların mantığına uygun olarak, hastaya bir bütünün parçası olarak yaklaşdığı, hastanın bireyselliğini görmezden gelmesi kaçınılmazdır. Madalyonun bir de diğer yüzü var. Yılın dokuz ayı karla kaplı, ulaşımı olanaksız, biyopsi olanağı olmayan bir yerde çalışan meslekdaşımızı, PSA 50ng/ml, kemik ağrıları ve rektal tuşesi ileri derecede sert olan hastasına orşiektomi yaptığı için kanıta dayalı tıbba uymadığı (biyopsi yaparak tanıyı kesinleştirmediği, sintigrafi ve BT tetkikleri yaparak evrelemeyi yam olarak yapmadığı) için eleştirecek miyiz?

Sonuç: Kılavuzlar, güvenilir çalışmalardan elde edilen ve elekten geçen çalışmalarla hazırlanmış olmaları nedeniyle günlük pratiğimizde doğal olarak baş vurduğumuz yol göstericidirler. Ama tüm kılavuzların genelleme olduğu, hiçbir hastayı bireysel olarak ele almadığı, hasta beklentilerine ise asla değinmediği unutulmamalıdır. Sadece kılavuzlara dayanarak sürdürülen bir meslek yaşamında hekimin tıbbi hata olasılığını en aza indireceği varsayılabilir ama bir dizi değişkene bağlı olan hasta memnuniyeti açısından bakıldığında kılavuzların bu alanda %100 başarıyı garantilediği savlanamaz. Bilimsel tıp toplamalar, çıkarmalar, çarpmalar, bölmeler sonucunda ortaya çıkan grafiklerle her zaman güvenmemiz gereken bir artı değerdir; ancak hiçbir hasta salt bir rakamdan ibaret değildir. Öte yandan prostat açısından ele alırsak, artık hastalar geceleri idrara kalkma, idrar yaparken zorlanma gibi şikayetlerden çok, giderek artan sayıda, “PSA’m yüksekmiş,” söylemiyle (şikayetiyle değil!) başvurmaktalar. Yirmi birinci yüzyılda bir rakamı şikayete dönüştürmeyi başarmış olan mesleğimizin giderek artan bilimsel yönünü göz ardı etmeden, sanat yönü olan hastayı dinleme, onu tanıma, beklentilerini öğrenme özelliklerimizi geliştirdiğimiz sürece hastaya yaklaşımla hastalığa yaklaşım ayrımını daha iyi ve dengeli yapabileceğimize, bu sayede de hastalığın yanı sıra hastayı da daha iyi tedavi edebileceğimize inanıyorum.
Not: Hasta AE sanal bir hasta değil. Diyabetik gangren nedeniyle bacak ampütasyonu için beş hafta evvel hastaneye yatırılmış ve PSA’sına da ilk kez o zaman bakılmış...

KAYNAKLAR
Makarov DV, Trock BJ, Humphreys EB, Mangold LA, Walsh PC, Epstein JI, Partin AW.:Updated nomogram to predict pathologic stage of prostate cancer given prostate-specific antigen level, clinical stage, and biopsy Gleason score (Partin tables) based on cases from 2000 to 2005. Urology, 2007 Jun;69(6):1095-101)
Eric NP. Suboug. Alan W. Partin, ve ark:THE PROBABILITY OF HAVING PROSTATE CANCER GIVEN A SERUM PSA, AND DRE AS Determined FROM THE SCREENING PROJECT. http://www.cancer.prostate-help.org/caproba.htm)
Aus G, Becker C, Franzén S, Lilja H, Lodding P, Hugosson J. Cumulative prostate cancer risk assessment with the aid of the free-to-total prostate specific antigen ratio. Eur Urol 2004;45(2):160-165.
Ito K, Kubota Y, Suzuki K ve ark: Correlation of prostate-specific antigen before prostate cancer detection and clinicopathologic features: evaluation of mass screening populations Urology, 55,: 705-709,2000
http://www.mskcc.org/mskcc/applications/nomograms_v2/PreTreatment.aspx).
Iversen, P., Madsen, P. O. and Corle, D. K.: Radical prostatectomy versus expectant treatment for early carcinoma of the prostate. Twenty-three year follow-up of a prospective randomized study. Scand J Urol Nephrol Suppl, 172: 65, 1995
Bill-Axelson, A., Holmberg, L., Ruutu, M., Haggman, M., Andersson, S. O., Bratell, S. et al: Radical prostatectomy versus watchful waiting in early prostate cancer. N Engl J Med, 352: 1977, 2005
Klotz, L.: Active surveillance with selective delayed intervention for favorable risk prostate cancer. Urol Oncol, 24: 46, 2006
Johansson, J. E., Andren, O., Andersson, S. O., Dickman, P. W., Holmberg, L., Magnusson, A. et al: Natural history of early, localized prostate cancer. JAMA, 291: 2713, 2004
Warlick, C., Trock, B. J., Landis, P., Epstein, J. I. and Carter, H. B.: Delayed versus immediate surgical intervention and prostate cancer outcome. J Natl Cancer Inst, 98: 355, 2006
Chodak GW, Thisted RA, Gerber GS, Johansson JE, Adolfsson J, Jones GW, Chisholm GD, Moskovitz B, Livne PM, Warner J. Results of conservative management of clinically localized prostate cancer. N Engl J Med 1994;330(4):242-248)
Griebling TL, Williams RD. Staging of incidentally detected prostate cancer: role of repeat resection, prostate-specific antigen, needle biopsy, and imaging. Semin Urol Oncol 1996;14(3):156-164
Albertsen PC, Hanley JA, Gleason DF, Barry MJ. Competing risk analysis of men aged 55 to 74 years at diagnosis managed conservatively for clinically localized prostate cancer. JAMA 1998;280(11):975-980)
Elgamal AA, Van Poppel HP, Van de Voorde WM, Van Dorpe JA, Oyen RH, Baert LV. Impalpable invisible stage T1c prostate cancer: characteristics and clinical relevance in 100 radical prostatectomy specimens – a different view. J Urol 1997;157(1):244-250
Oesterling JE, Suman VJ, Zincke H, Bostwick DG. PSA-detected (clinical stage T1c or B0) prostate cancer. Pathologically significant tumours. Urol Clin North Am 1993;20(4):687-693
Epstein JI, Walsh PC, Brendler CB. Radical prostatectomy for impalpable prostate cancer: the Johns Hopkins experience with tumours found on transurethral resection (stages T1A and T1B) and on needle biopsy (stage T1C). J Urol 1994;152(5 Pt 2):1721-1729.)
Cancer survivorship:resilience across the lifespan. Proceedings of the National Cancer Institute’s and American Cancer Society’s Survivorship Conference. Cancer (suppl) 104:2543, 2000
Keating NL, O’Malley AJ, Smith MR: Diabetes and cardivascular disease during androgen deprivation for prostate cancer. J lin Oncol 24: 4448, 2006
Kras F: Wie lieβe sich die arztliche Behandlun der Kranken angesichts der jetzigen wirtschaftlichen Notlage der Bevölkerung sparsam und doch sachgemaβ gestalten? Deutsche Medizinische Wocenschrift 1924; 50:391-393
Sackett DL, Rosenberg WM, Gray JA ve ark.: Evidence based medicine: What it is and what it isn’t. Br Med J 1996; 312:71-72
Guyatt G, Haynes RB ve Jaeschke R: Introductin: the philosophy of evidence based medicine. (kitap) Guyatt G ve Rennie D (ed.) Users guide to the medical literature. Chicago AMA yayınları 3-12, 2001
Sackett DL, Straus SE: Finding and applying clinical evidence during clinical rounds: the “ evidence cart”. JAMA 1998; 280:1336-1338
Kerridge I, Lowe M veHenry D: Ethics and evidence based medicine BMJ 1998;316;1151-1153
Williams B.: Mortality. (kitap) s.72, Cambridge University Press, 1972
Sackett DL, Strauss SE, Richardson WS: Evidence based medicine: how to ractice and teach EBM. (kitap) s.127, Churchill Livingstone, 2000