12 Temmuz 2018 Perşembe



SIRLAR

Öldüğümde sırlarımla ansınlar beni
sessizliğim gelsin sevdiklerimin aklına ve İsa misali bırakışım ruhumu denize.
Merak etsinler dalgaların bana fısıldadıklarını
(Odysseus’un köpüğün yuttuğu kum tanesine gizlediği sevgisi
Poseidon’un hırçınlığı
Siren’lerin baştan çıkarıcı müziği)

Aşkın suretine aşık
bir Doğu mistiğiydim ben.
Kelimelerimdeki sevgiyi bulmaya çalışsınlar ve
ay ışığında suya bıraktığım sözcüklerimi…

Sevmediklerimin aklında kalan onları
ne kadar güldürdüğüm olsun ve
merak etmesinler kahkalarımın ardını
(Ağlayan ikizini bilmeyen tiyatro maskı
Yüzyıllar öncesinin neşeli yüzü…)

Otopsi raporuna kalbi gözyaşı gibiydi yazılsın
ve beyni yağmur damlası
(Hayallerini bulmaya çalışırken
Nuh’un tufanı başladı birden ve
Yarıda bıraktık mecburen…)

Biri çıksın desin ki
-deli demelerini göze alarak-
gölgesini artık taşıyamamasıydı ölüm nedeni
(Ağır gelmeye başlamıştı artık
Nüshasını peşinde sürüklemek)
ve yağmuru sevmesiydi

(reddediyorum delinin söylediklerini
onu en iyi tanıyan bendim.
kolay mı zannediyorsunuz yerlerde sürüklenmek
-altmış yıl, dile kolay altmış yıl-
yaşamadığı duyguları taşımak
öfkeyi, aşkı, hüznü
yüklenmek?)

Toplansınlar Olympos’taki tanrılar
alsın Zeus yanına, Hera’yı, Afrodit’i ve
gelmek isteyen herkesi
Kocaman bir ateş çevresinde içerken Dionysos’un şarabını
Apollo’un liri tınısında  nymph’ler dans ederken
versinler kararlarını

Duygular hanesi, kocaman bir sıfır desinler,
Hayaller hanesi, boş…
Yaptıkları, yapmadıkları
Söyledikleri, söylemedikleri
Yaşadıkları yaşamadıkları
(Fazlasına gerek yok, konuşmaya bile değmez
eminiz uydurur her söylediğimize bir gerekçe
insanoğlu değil mi, lafı bol, içi boş)

Zeus açıklasın kararı
(Elinin tersiyle boş ver dercesine,
Akarken ağzının kenarından yediklerinin yağı)
Ölmeli…
(Tanrılar korosu yineledi buyruğu
Ölmeli, ölmeli, ölmeli…)

Suçu, kozada başladığı yaşamında kelebek olacakken
bir günlük ömrü olan
Martı olmak istemek, özgürlüğe uçan.
Suçu, gülmek; yağmurda ıslandığında
Suçu, sevmek; gereğinden fazla
(Ve bir suçu daha var sayın başkan
unuttunuz söylemeyi
kabahatlerin en affedilmezi
izninizle duyuralım herkese)

Suçu, susmak
gölgesi isyan ederken

Hades apar topar görevine dönerken
Attı avcundaki altı harfi evrene
Verimli bir tohum serpercesine neşeliydi
(Dağlarda yankılandılar harfler
Denizlerde yıkandılar
Kar oldular, yağmur oldular, güneş oldular ve
Sonunda buldular beni
Yatağımda, evimde, odamda, yolda)

Bir gün önce değişik biri derlerken benim için
Bir gün sonra değişik biriydi dediler
Bir gün önce şimdiki zamandaydım
Bir gün sonra geçmiş zamanda

Yazar ölmez diyorlar
Yalanın dik alası.
Ölüm fanilerin işi
Zaten yaşamıyordur ki yazar
Yazar yaşamadığı için yazar

















19 Eylül 2013 Perşembe

ÖLÜM – BİR KİŞİSEL YAKLAŞIM

Yaşam ile ölüm arasındaki çizgi çok ince; bir an önce var olan bir an sonra 'yok' oluyor; bir gün önce hakkında şimdiki zaman veya geniş zaman kipiyle konuştuğumuz kişiden bir gün sonra geçmiş zaman kipinde bahsetmek durumda oluyoruz. Meslek yaşantım boyunca dağ gibi tabir edilen bir insanın yüreğinin son bir patlamayla sönüşünü ellerimin içinde hissettiğim de oldu, erken doğmuş bir bebeğin bana nanik yaparcasına başparmağını emerek yaşama asıldığını gördüğüm de. Sadece göz kapaklarını hareket ettirerek iletişim kurabilen locked in sendromu tanısı konmuş boyundan aşağısı felçli gencin beni yaşatmayın artık diye bakışlarını da izledim; bir deri bir kemik kalmış doksan yaşındaki mide kanserli hastanın gözleriyle, "Ne olur beni bırakmayın, yaşamak istiyorum," diyen fısıldamasını da duydum. bu nedenle bir intihar olayı duyduğumda içim karmakarışık oluyor; ince çizginin bu veya o tarafında olmanın an meselesi olduğu kadar, her zaman kişinin kendi tercihine bağlı olmadığı kanısına da kapılıyorum.
Çizginin öbür tarafına kendi tercihiyle geçenlerden biri intihar edeceğini iki yıl önce gazeteci arkadaşı Ahmet Mithat Efendi’ye bir mektupla bildirir. 
"İntiharımı fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan (damarlardan) birinin geçtiği mahalde cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle (kan kaybıyla) terk-i hayat edeceğim. Kan akmakta iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek muhafaza-i hayat mümkün olduğu halde azmimden nükul etmeyeceğim (geri dönmeyeceğim)! Şairler söz ile pek çok kahramanlık satarlar; fakat fiiliyata gelince, böyle bir metanet göstereceklerinden pek emin değilim. Çünkü şu intihar, beyne bir tabanca sıkmak, kendini asmak veya suya atılmak gibi değildir. Onlara bir kere teşebbüs edilince, onu menetmek ihtiyarı elden gider." 
24 Kanun-ı Sani sene 302 
İki sene sonra dediğini yapar ve bilimsel bir çalışma yapıyormuş gibi yazar, bir yandan kan kaybederken: 
"Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı. Canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna: size anlatmağa mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve imzam alem-i matbuatta bulunan muharrirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye zaten matem içinde bulunacak familyam azası hakkında bi-lüzum tahkikata girişip de onları iz'ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın vukusunu müsbittir. Sizin vazifeniz kağıdı alıp bir jurnal ile makama takdim etmekten ibarettir. Vücudumu teşhir olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiyye'ye teberrüan bahşettim. Cenaze oraya naklolunmalıdır. 5 Şubat 1887"
Okuduğunuzda irkildiğiniz bu satırlar ilk Türk materyalisti olarak tanınan Beşir Fuat’a ait intihar mektubundandır… Yaşamı kadar intiharı da ürperticidir. Son gecesinde evine gelip odasına kapanır hizmetçisine rahatsız edilmek istemediğini söyler. Vücuduna morfin enjekte ettikten sonra her zaman yanında taşıdığı neşterini çıkarır bileklerini dört yerinden keser gördüklerini son derece vakur bir şekilde yazar. İlkin çok sakindir ama narkozun etkisi geçmeye başlayınca dişlerini sıkmasına rağmen bağırır. Sesine gelen hizmetçisi şok olur görüntü karşısında hemen doktor çağırır, doktor yakın bir arkadaşıdır hemen müdahale eder ama Beşir Fuat’ın son sözleri dökülür dişlerinin arasından; "Beş dakikalık ömrüm kaldı boşuna uğraşma"… Sanki intihar eder gibi değil de, bilimsel bir deney yapar gibi, ölüm duygusuna hakim olmanın hazzını tadıp, merakını gidermenin tatlı hezeyanını yaşar gibi… Ölürken, ölmek üzereyken o an’ın hissiyatı ile yazabilmek duygusu, intihar mektubu olarak bilinen son olarak yazdıkları; mektuptan ziyade ölümle ilgili yapılmış bilimsel bir deneyin bitirilmemiş çalışma notlarını andırıyor. Mektubunun son kısmını mürekkebi yerine kanıyla yazmıştır, hatta bazı yerleri okunamayacak durumdadır. 
Edebiyatla yoğun olarak yaşayanlar, kitaplarındaki karakterlere içlerindeki çoğul kişilikleri yansıtırlar. Bu kişiliklerden biri de ölümdür; kâh arkadaşıdır yazarın, kâh kaçtığı düşmanıdır. Yazar kelimeleri kullanarak ölümle alay eder, ondan korkmadığını hissettirmek istercesine. Kimi zaman da ölümü insanlardaki anlamazlığı ortaya çıkarmak için dizelerine yansıtır, Bukowski'nin yaptığı gibi: 
“En iyiler genellikle intihar ederler, 
sadece kaçmak için. 
Ve geride kalanlar asla tam olarak anlayamazlar; 
neden biri onlardan kaçmak istesin ki!..” 
Sergey Yasenin ise kestiği bileklerinden akan kana kalemini bandırıp son şiirini yazdıktan sonra Leningrad’da bir otel odasında kendini kalorifer borularına asıp intihar etmiştir: 
“Ayrılık Şiiri 
Hoşça kal, dostum benim, hoşça kal artık, 
Can dostum, seninle dolu gönlüm 
Çok önceden belirlenen bu ayrılık 
Buluşmayı vaat ediyor ilerde bir gün 
Hoşça kal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan, 
Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutsuz, 
Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, 
Ama yaşamak da yeni sayılmaz kuşkusuz.” 
Büyük şair Mayakovski Yasenin’in ölümünden fazlasıyla etkilenir, kendi dizelerinde ona seslenmeden duramaz: 
“Şu yaşamda en kolay iştir ölmek 
Asıl güç olan 
Yeni bir hayata 
Başlamak” 
Mayakovski dizelerinde, kelimelerin ardında arkadaşının ölümünü kabullenmediğini söylemekte, adeta ona yeni bir yaşamı neden düşünmedin diye sorarak isyan etmektedir. Belki de Yasenin'in intihar ederek kolay yolu seçtiğini, bir sanatçıya, bir şaire, kelime sihirbazına, metafor ustasına tercihinin kendi isteğiyle ölmek olmasını yakıştırmadığını söylemek istiyordur. Ama ne büyük bir trajik paradokstur ki, Mayakovski de güç olanı başaramamış ve hayatına kafasına sıktığı tek bir kurşunla genç yaşta son vermiştir. 
***
Yaşam yolumun bir yerlerinde yazmaya başladım; bilinçli bir seçim değildi. Kelimeler bir gün kendiliklerinden gelmeye başladılar; öykü diye isimlendirdiğim çalışmalardan sonra bir gün romana dönüştü yazdıklarım. İlk kitabımda iki karakter vardı, biri kanserdi ve kanseri yaşarken bir yandan uzun yıllar önce yaşadığı bir sevgiyi düşünüyordu, sonunda ölüyordu, amacım kanserin de sevgi gibi duygusal bir yönü olduğunu vurgulamaktı. İkinci kitapta karakter sayısı dörde çıktı, romanında sonunda ikisi ölmüştü. Üçüncü kitabımda bir karakter yaşlıydı, öldü; bir başka karakter cinayete kurban gitti, bir diğeri ise intihar etti. Bir başka kitabımda ana karakter kitabın sonunda ölerek terk etti beni. Bu kitapların tümünde yaşamdan bahsettiğimi savlıyordum, ölümler asla ön planda değildi. Ve sonunda, belli çevrede tanınan bir yazar olduğumda, söyleşilere davet edildiğimde günün birinde yüzleşeceğimi bildiğim soru kaçamayacağım şekilde karşıma çıktı: Neden ölüm teması bu kadar sık? 
Soruyu daha ileri götürdüm kafamda: Ölüm kavramı yaşamımıza ne zaman giriyor? Benim kitaplarımdaki ölüm temasının sıklığını çözmek için Freudiyen bir yaklaşıma gerek yok, derin çözümlemeler yapmak da gerekmiyor. Aslında kimsenin ölümle olan iletişim/ilişki/düşüncelerini o kadar derin irdelemeye çalışmak anlamsız; düşünürseniz ölüme yaklaşımınızın yaşamınızın ilk yıllardında şekillendiğini göreceksiniz; çocukken büyüklerden biri öldüğünde size nasıl söylendiği, cenazeye götürülüp götürülmediğiniz... Evde dua olıp olmadığı... Ölümle ilgili sorduklarınıza verilen yanıtlar... Bir dönem Türk filmlerinin Abdulah Palay'ın sesinden duyduğumuz, o filmleri izlememiş olan yeni neslin bile bildiği klişe cümlesi: "Senin anneni melekler aldı yavrum..." 
Ölüm yaşamın en demokratik öğesi, yaş, cinsiyet ayrımı yapmıyor; herkesi bir kez ziyaret eden, gittikten sonra ardında mutsuz, gözü yaşlı insanlar bırakan misafir. Bu, yaşamın kabul etmek zorunda olduğumuz gerçeği olabilir ama bir de ölüm nedenlerini düşünün: trafik kazaları (uykusuz/ içkili bir otobüs şoförü ve sonrasında kırk ölü, geride kalan mutsuzluğa mahkum edilmiş onlarca yakını), savaşlar, töre cinayetleri, aşk cinayetleri, hastalıklar... Evliliklerinin otuzuncu yılında kocanın cinnet geçirip bir gece karısını otuz yerinden bıçaklaması... Vapurdan inerken ayağı kayıp denize düşerek boğulan kişi... Kanserli veya AİDS'li olarak doğan çocuklar... Tabanca, bomba, roket, ip, ok, mızrak, insan eli... Ne çok silahı var ölümün değil mi? 
Ama bir de mükemmel katil var tüm ölümlerin arkasında, o şoförü uykusuz olarak direksiyona oturtan, içkiliyim, araba kullanmamalıyım sağduyusunu beyninden yok eden... Kocaya cinnet geçirten... Öyle mükemmel bir katil ki, canını aldığı her kişinin geride bıraktıklarının mutsuzluğundan besleniyor sanki... 
Geride kalanların mutsuzluğu kelimelerden çok gözyaşlarıyla yansıyor dışarı; isyan ettikleri katı gerçeği sorgulamaya başlarlarsa, isyanlarını sert kelimelere dökerlerse bir yere varamayacaklarının farkında oldukları için; çünkü yitirdikleri sadece sevdikleri değil, duyguları, geçmişi, ötesinde kendileridir:
"İnsanoğlu ölüme isyan eder, sevdiğinin yok oluşunu kabullenemez; aslında isyan ettiği ölüm değil, duyguların, emeğin yok olmasıdır, sevgi koymuştur ilişkisine, düşünce koymuştur, üzüntülü gününde kurak, kavrulmuş, çatlamış toprağa damlayan yağmur damlası gibi gelmiştir dostluğu sevdiğine, sabır göstermiştir, gün gelmiş kızgınlığını içinde attığı sessiz çığlıklarla kendinde hapsetmiştir; kimi zaman masum bir kar beyazlığında görünmüştür sevdiği ona, kimi zaman da fırtınalı denizde rüzgar uğultusu yansıtmıştır kulaklarına; bakışlarında ona hüzünlü gün batımı yaşatmıştır, varlığında huzur bulmuştur ve sonunda sevdiği renklere, kokulara, tatlara, tınılara dönüşmüştür; gördüğü kırmızı, soluduğu yaprak kokusu, duyduğu ezgidir uzaktayken bile sevdiğini yanında hissettiren ve biri öldüğü zaman onun artık var olmamasına olduğu kadar derinlerde bir yerde rengini göremeyeceğimize, kokusunun duyamayacağımıza, müziğini hissetmeyeceğimize de üzülürüz, hatta daha da derine inelim, çok çok derinlerde, aklımızın bir köşesinde günün birinde bizim de rengimizin, kokumuzun, tınımızın yok olacağı düşüncesi vardır; zaten bu nedenle değil midir kimi ölümlere -trafik kazasında, savaşta ölen gençlere, bebek ölümlerine, küçük yaşta hastalanıp ölenlere, haydi uzatmadan söyleyelim, tanımadığımız kişilerin ölümlerine bile- üzülür, kendimize dert ederiz? Ederiz çünkü kurşunlanan genç, bakımsızlıktan ölen bebek, arkadaşları gülüp eğlenirken adını bile söyleyemediği hastalığa yakalanıp ölen çocuk bizim oğlumuz, torunumuz, eşimiz, sevgilimiz, dostumuz olabilirdi ve yaşamımızın geri kalanında onun her gün solan fotoğrafını öpmek, yaşadığı derin sessizlikte onu solumaya, rengini, kokusunu, müziğini tek başımıza canlandırmaya çalışmak zorunda kalan biz olabilirdik; kabul edelim, yaşadığımız, duyduğumuz her ölüm aslında kendi ölümümüzdür.” ae, mükemmel katil 
İnsanoğlu var olduğundan beri iki büyük keşif yaptı: cinsellik ve ölüm. Denilebilir ki, tarihin en büyük iki buluşundan biri olan cinsellik insanlığın başlamasıyla eş zamanlıdır ve insanlık tarihinde ilerlemeyi, gelişmeyi sağlayan binlerce dönüm noktasına, icada baktığımızda, atom bombasından da, aya gidebilmiş olmaktan da, buhar makinesinden de ileri bir buluştur. Zaman içinde her yeni icat bir öncekinin geçerliliğini ortadan kalkmasına neden olmuş, her deney, benzer bir başka deneyi çürüterek kendini kabul ettirmişken; sadece cinsellik kalmıştır insan yaşamında değişmeyen bir öğe olarak ve içinde sadece insan olan, mekanik hiç bir şey olmayan yegâne buluş hâlâ cinselliktir. Ama elindekilerle hiçbir zaman yetinmeyen, hep daha iyiyi hak ettiğine inanan insanoğlu, belki de cinselliğin keşfindeki basitliği kabullenmek istemediği için sonraki dönemlerde bir hata yaptı: kaşiflerinin aksine cinselliği hep bir duygu veya olayla bağdaştırmaya çalıştı: Sevgi, aşk, merak, beğenme, ihanet, aldatma... Doğrular ve yanlışlar koydu cinselliğin içine, yasaklarla ve yaşanmasında sakınca olmayanlar olarak sınıfladı cinselliği. 
Böyle olunca salt zevk alacağı başka bir şey icat etmek zorunda kaldı ve öldürmeyi keşfetti. Öldürmesi, kendi gibi olan birini yok etmesi, kendini güçlü hissetmekle eş anlama büründü. O kadar zevk aldı ki öldürmekten, başkasını yok ederek güçlü olduğunu hissetmekten, bireysel ölümler yetmedi, kitlesel ölümlere neden olacak silahlar geliştirdi. Zayıf insanoğlunun yaşam sloganına dönüştü kişiyi ortadan kaldırmak: Yaratamıyorum, öyleyse öldürürüm... Gerçek ölümler yetmedi insanoğluna... Baktı ki öldürmek çok basit, katile kendini güçlü hissettiriyor ama ölüm nasıl bir ansa, güçlülük hissi de bir an ve sonrasında ölen kişi huzura erirken, katil neden oduğunu bilmediği boşluğu yaşıyor; ölümü uzun süreye yaymaya karar verdi: düşüncelere ölüm, dedi; benim gibi olmayanlara hürriyet kısıtlaması, dedi; sürgünlere gönderdi, vatan hasretinden ölüm, dedi. Yaşarken ölü denilen bir homosapiyens grubu yarattı insanoğlu, aslında gerçekte öldürdüğü kendi içindeki sevgiyken ve tabii bu da edebiyata dizelerde yansıdı: 
“Ölmek değildir ömürümüzün en feci işi 
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.” 
Yahya Kemal Beyatlı 
Ölüm bir an, ölüme giden süreç ise oldukça uzun; günün birinde özyaşam öykümü yazarsam başlangıç cümlem, "1 Ağustos 1956"da ölmeye başlamışım" mı olur, bilmiyorum ama sevdiklerini yitirdikten sonra geride kalanlar, ölümü çok daha uzun bir sürede yaşıyorlar. 
"Ölen biri geride kalanların yaşamından hemen yok olmuyor. Fiziksel varlığı kullandığı eşyalarda,giysilerinde, ortada açık bırakılmış olan son okuduğu kitapta, sevdiği koltukta, yarısını çözebildiği bir gün önceki gazetenin bulmacasında, içindekilerin yarısı içilmiş sigara paketinde yaşamaya devam ediyor. Geride kalanlar bunlara bir süre dokunamıyorlar. Öleni anımsatan her şey insanın kendisiyle oynadığı, onun hala yaşamaya devam ettiğine yönelik kandırmacanın bir parçası oluyor. Sonra bir gün birisi diş fırçasını ve tarağı atıyor, kitabı kaldırıyor, koltuğun yerini değiştiriyor. Kimse bunu yapanın kim olduğunu bilmiyor, öğrenmek de istemiyor; yaşanan ölümden sonraki ikinci veda sahnesidir. artık ne zaman sonlanacağı belli olmayan hayallerde yaşatma süreci başlıyor; görsel bir uyaran olmadan, geçmişin hatırlandığı, en güzeli bile buruk bir şekilde anımsana anılar zincirinin oluşturduğu süreç. bir aüre sonra yakınlarınızla onun hakkında tine konuşmaya başlayabiliyorsunuz, hakkında espriler yapıyor ve hatta o yaşıyormuş da bazı yönlerini değiştirebilirmiş gibi eleştiriyorsunuz. üçüncü sahne yaşanmaya başlanmıştır artık: herkesin bildiği, onun öldüğü gerçeği paylaşılabilen bir olguya dönüşüyor.” 
ae, bir kaçışıtır yaşamak 
Ve bir süre sonra doğum günlerinin yerini ölüm günleri alıyor. yaşlandıkça defterimizdeki, şimdilerde cep telefonlarımızda doğum günü anımsatıcılarındaki kişi sayısı azalıyor. Ölüm günlerini kaydetmiyoruz ama unutmuyoruz da, hatta ola ki unutmuşuzdur diye birbirimize hatırlatıyoruz.
"Yaşanmış gün geliyor unutuluyor, sadece bir kelime olarak kalıyor, ‘annem şu tarihte ölmüştü,’ bir müddet sonra ‘rahmetli annem’e dönüşüyor. Ölüm, tarih belirtilerek anımsandığında kişilik kazanıyor, o gün anneye ait bir gün oluyor; yaşarken tüm insanların ortak özelliği olan sahip olma duygusu, anneye öldükten sonra, hiç kimsenin sahip olamadığı bir olgu –zaman- olarak veriliyor. Aynen yaşarken de olduğu gibi, ‘zaman’ kişiye en gereksinimi olmadığı boyutta veriliyor: ‘Bugün senin günün anne. Bugün ölüm günün. Bugünü al tepe tepe kullan!’ ” 
ae, bulanık adam 
Ölüm denilen katı gerçekten, demokrasi timsalinden korkan, adını bile anmaktan çekinen insanoğlu, kimi zaman gün geliyor, onu bir kurtuluş olarak görüyor; hatta kendini bir şekilde sevdiğinin kaybına hazırlıyor. Babamı on sene süren bir hastalık sonucunda kaybettim, tüm süreçte yanındaydım. Tanı konduğu andan itibaren olacakları biliyordum; konuşmamış olmamıza rağmen belki ailecek biliyorduk. Fiziksel varlığının yok oluşuna kendimizi hazırlamadık; kimse hazırlayamayaz kendini bir yakınının yok oluşuna; ama o kişinin yok olacağı düşüncesi, yitirilmesinden sonra ne kadar üzüleceğim duyguyla birlikte beyninin, ruhunun bir yerlerinde dolaşır durur. Asla kelimelendirmez bunu, sanki dile dökülmesi o kaçınılmaz anın gelmesini hızlandıracakmış gibi... Ama kimi zaman ruh ve beyin, bedenin farkında olmadan hareket ederler: 
“Yıkanması, temizlenmesi, yatırılıp kaldırılması, beslenmesi; yaşamının, yaşamımızın kolaylaşması için yardımcılar tuttuk ve bir gün ailecek, aramızda hiç konuşmamış olmamıza rağmen artık bir daha sokağa çıkamayacağına karar verdik. Annem bu noktada babamın eşyalarını, giysilerini dağıtmaya başladı. Dolabını her açtığımda bir gömlek, bir kravat, bir palto birine verilmiş oluyordu; babam günün çoğu saatinde arka odadaki koltukta başı öne düşmüş, olan bitenin farkında olmadan uyuyor olmasına rağmen annem her seferinde fısıltıyla, “Üzülmesin diye gece yatarken topladım eşyalarını, sabah da o kalkmadan verdim,” veya, “Verirken bir bahane bulup kapısını kapattım,” diyordu. Haftanın hangi günü olduğunu uzun süredir bilmeyen, yanına gittiğimde kendisini öpmeme, elini tutmama karşın varlığımın farkında olduğundan emin olmadığım, yemek yedirilirken bile gözlerini açmayan birinin eşyalarının dağıtıldığının fısıltıyla duyurulması veya kapalı kapıların ardında yapılması (ve yürüyemez hale geldikten sonra ablamın babama ayakkabı hediye etmesi) ne kadar kara mizahsa, artık hiç kullanmadığı, kullanamayacağı giysilerin başkalarına verilmesi de o kadar gerçekçiydi, ama yapılanın doğruluğunu kabul etmeme karşın içimde tanımlayamadığım bir duygu karmaşası yaşıyordum. Sanki eşyalarını birer birer birilerine vererek babamı yavaş yavaş evden uzaklaştırıyorduk. Bugün bir gömlek, yarın bir kravat, daha ertesi gün paltolarından biri ve derken sanki öyle olacaktı ki, son gün geldiğinde sadece babam ve üzerindeki giysiler kalacaktı evde ve onu yolcu ettikten sonra evde ona ait olan dokunulabilir hiçbir şey olmayacaktı. Sadece fotoğraflar ve anılarımızla baş başa kalacaktık; gözyaşlarımızı tutamadığımız dönemde kendimizle yaşayacaktık anılarımızı, daha cesur olduğumuz dönemlerde ise birbirimizle paylaşarak, adını söylemekten çekinmeyerek, korkmayarak. Sanki ilahlara sunulan adaklar gibi, o daha aramızdayken giysilerini elden çıkartarak kendimizi onun yokluğuna alıştırmaya çalışıyorduk. Onunla konuşamadığımız, ne dediğini anlayamadığımız için bir zamanlar ona ait olan, onun giydiği, kokusunun sindiği, dokunduğu gömlekleri, pijamaları, kazakları elden çıkartarak, onu bu hale getirene, bu halde olmasına duyduğumuz isyanın hıncını, bize onu anlatan ama konuştuğumuzda aynen kendisi gibi yanıt vermeyen giysilerden alıyorduk. Sanki, 'O bizimle konuşamıyor, burada ama kendi içinde uzaklarda bir yerde,' diye haykırıyorduk giden her cekete, 'O zaman size de kendinizi güvencede hissettiğiniz bu sıcak evde yer yok! Gidin artık!'” 
ae, bir gölgenin ardından 
Tibet Budistleri ölümden sonraki geçiş dönemüne bardo diyorlar. Ölen kişinin huzurlu bir bardo yaşaması ve yeniden bu dünyaya gelmeye karar verdiği takdirde dilediği gibi gelebilmesi için yaşarken yapabileceği şeyler var Budist inanca göre; bunlardan biri nefes alıyorken, varlığının farkındayken sahip olma duygusundan vazgeçmesi. (Diğerleri kızgınlık, kıskançlık, ihtiras gibi kişinin kendisiyle barış içinde aşamasını engelleyen duygulardan arınmak.) Babamın eşyalarını dağıtarak bardosunun huzurlu olmasını sağlamaya mı çalışıyorduk, bilmiyorum ama ölümünden sonra evde olabildiğince az eşyası olmasından memnundum, çünkü artık onu anımsatan nesneler değildi. 
"Ve derinlerde bir yerde, babamı yaşatabilmek için; sanki hatırladığım her anı, verdiğimiz her giysinin yerini alarak onun evden uzaklaşmasını engelleyecek, her anı onu daha kalıcı hâle getirecek ve dolaplarda, çekmecelerde oluşan her boşluğun yeri hiçbir zaman gitmeyecek yoğunlukla dolacak, öyle ki, babam günün birinde gerçekten gittiğinde, giden sadece bir cisim olacak, kahkahalarını, duygularını, kokusunu, bakışını, dokunuşunu, rengini bizle bırakmış olarak..." 
ae, bir gölgenin ardından 
Ölüm: bir bilinmeyen 
Ölüm: bir kalleş Ölüm: bir geçiş 
Ölüm: bir fahişe, herkesi alan, kimseye bir şey vermeyen 
Ölüm: bir demokrat 
Ne olursa olsun, o bilinmeyen kalleş geçici demokrat fahişe, sonrasında ne kadar eşitlikçi olduğunu da gösteriyor, üstelik bizleri kullanarak: hepimiz sonrasında aynı boyutlarda sosyal konutlarda beklemeye başlıyoruz geride bıraktıklarımızı; başımızda bir taş, üzerinde ismimiz, belki düz çizgiyle ayrılmış iki rakam -doğum ve ölüm tarihleri bile demiyorum o rakamlara, çünkü sadece cenin bilir ilk nefesini ne zaman aldığını ve sadece vefat eden bilir, bu dünyayı gerçekten ne zaman terk ettiğini- ve de belki meftayı anlatan üç beş kelime... 
“Nereye gittiğimi, ne düşündüğümü bilmeden öylesine yürürken bir mezarın kenarına oturmuş orta yaşlarda bir kadın dikkatimi çekti. Modern giyimliydi, makyajlıydı ve oturduğu mezarda yatan kişinin bir ay önce gömüldüğü anlaşılıyordu taştaki tarihten. Kadının dudakları oynuyordu, neler dediğini duymuyordum, ama dua etmediğinden eminim. Arada gülümser gibi oluyordu, sonra yorulmuş gibi uzun süre sessiz kalıyor, etrafına bakıyor, sonra aklına yeni bir şey gelmiş bir ifadeyle yine konuşmaya başlıyordu... Bir insan ölen biriyle mezarının başında ne konuşur? Onunla mı konuşur, ona mı konuşur? Fikir mi almaya mı yoksa kaybettiğinin mahkûm olduğu sonsuz sessizlikte ondan bir nefes almaya, bir ses duymaya mı çalışır? O gittikten sonra olanları mı anlatır ona? Birlikte oldukları yılların anılarını mı paylaşır, aklında söylenmedik bir şey kaldıysa onu mu söyler? Kaybedilen kişiyle mezarının başında olmak, onunla konuşurken yakınında olmaktan başka nedir ki? Gözlerimizi kaparsak onun yaşarken nasıl baktığını, yürüdüğünü, değişik zamanlarda yüzünün aldığı ifadeyi bile görebiliriz. Eğilip mezarın üzerindeki toprağa dokunabilir, normal zamanda kirli kahverengi bir şeyden başka anlamı olmayacak toprağı, salt sevdiğimiz orada yatıyor diye, sevgiyle, yumuşak bir şekilde okşayabiliriz. Belki yanımızda hissedebiliriz onu, hatta dokunacak kadar yakın olduğunu bile hissedebiliriz ama mezarlıktan ayrılırken o orada kalacaktır, bizse geldiğimiz gibi tek başına ayrılmaya mahkûmuzdur. Nihai noktada, mezarlıklar yitirdiğimiz kişinin artık gerçekten var olmadığını, bizimse yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuzu gösteren yerler. Ve mezarlıklardaki ağlama kaybettiğimize değil aslında, onu bir daha göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız, sesini duyamayacağımız, birlikte gülemeyeceğimiz için kendimize...” 
ae, bir gölgenin ardından 
Babamın vefatından üç gün önce liseden bir sınıf arkadaşıma acil müdahele yapmıştım. O günlerin stresi içinde nasıl bir müdahale yaptım, nasıl oldu da yapabildimbilmiyorum, hatırlamıyorum desem, inanın abartıyor olmam. Arkadaşıma iyileşmiş olarak eve gönderdiğim gün babam vefat etti. 
“Sevgili Ahmet, Bazen hiç öngöremeyeceğimiz şekilde oyunlar oynuyor hayat üzerimizde. Geçen Perşembe, ben böbreğimi tamamen kaybetme noktasına çok yaklaşmış halde senin yanına gelirken, sen de aynı dakikalarda babanı yoğun bakıma kaldırıyordun. 
Son üç günü beraber, çok yoğun duygularla yaşadık. Sen beni yaşama döndürüp, hastaneden yolcu ederken, iki saat sonra babanın da huzur içinde son nefesini vererek bizlere veda edeceğini bilmiyorduk. 
Yarın babanı uğurlayacaksanız. Ben orada olamayacağım ama, onun da sizlere son kez veda edip, bizim tahmin edemeyeceğimiz mucizelerle dolu bir yolculuğa başlayacağına eminim. 
Bu dünyada nefes alsak da, almasak da bizi birbirimize bağlayan sevgi var olmaya devam edecek.”
ae, bir gölgenin ardından 
Şahit olduğumuz her ölüm kendi ölümümüzün provasıdır. 
Ve sadece geride kalanlar tarafından sevgiye hatırlananlar cennete gidebilir. Diğerleri ise beni ilgilendirmiyor bile.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

SES

Attığı her adım onu buluşma noktasına daha da yaklaştıracaktı. Noktanın, buluşacağı yerin nerede olduğunu tam olarak bilmiyordu. Ses sadece, ‘Yürümeye devam et, vardığında doğru yer olduğunu bileceksin,’ demişti. Emreder tonda değildi konuşması, kendini dinleten seslerden biriydi; hatta bir an için az daha konuşursa sesi görebileceğini bile zannetmişti. ‘Başkaları da gelecek mi?’ diye sordu, hem sesi görebilmek, hem de zaman kazanmak için. Ses, aklından geçenleri okumuş gibi, ‘Koşullar uygun olduğunda ve doğru zamanda beni göreceksin,’ dedi. ‘Şimdilik sadece yürümeye devam etmen gerekiyor.’

Birkaç şey daha sormam gerekir diye düşündü. Sen kimsin, demeliydi, hem tanıdık geliyor tonlaman, hem de ruhuma uzaksın. Kimi zaman yürümek istemediğini söylemeliydi, sen de bana doğru yürüsen ve orta yerde buluşsak, demeliydi. Zaten herkes yürüyor, herkes aynı noktada mı buluşacak? diye sormalıydı. Noktayı bilmek için bir ipucu istemeliydi; ağacın altında, şu saatte demesini istemeliydi. Randevularına hep erken giden biri olduğumu söylemeliydi ona ve beklemekten ve bekletilmekten hoşlanmadığını... Onu nasıl tanıyacağını söylemediğini...

Yaşadığı kentte bir ana cadde, o caddeye açılan ara yollar vardı. Yollar arnavut taşlarından yapılmıştı. Yıllardır üzerlerine düşen yağmur, kar, güneş; basan ayaklar eskitmişti taşları. Güneşte kalmaktan kavrulmuş, suyunu kaybetmiş deriler gibi, yer yer çöküntüler vardı. Kimi yerlerde, üç beş tanesi ayrılıp başını alıp gitmek istermişçesine diğerlerinden daha yüksekteydi. Yürürken dikkatli olmak, çökük yerlere basıp takılmamak, yüksek yerlerin üzerlerinden atlamak gerekirdi.

Yağmur yağdığında aralarından akan su kenti çevreleyen nehre doğru akardı. Çökmüş yerlerdeki toprağı alırdı sular, sonra yılların çamurunu kendilerine katarlar, yere değmeden önceki berraklıkları koyulaşırdı. Parlak maviydi nehir, su kirli rengiyle kendisine ulaştığında, çocuğunu sevgiyle yıkayan ana gibi kabullenir, sırrını sadece kendisinin bildiği bir şekilde arıtır ve onları da mavileştirerek yoluna devam ederdi. Kimse nehrin nereden başlayıp, nasıl olup da kentin çevresini sarmalayıp, sonrasında nereye gittiğini bilmiyordu. Bildikleri tek şey, bütün yolların nehre çıktığıydı; hangi yöne giderlerse gitinler, hangi sokaktan hangi yöne dönerlerse dönsünler, yolun sonunda hep nehir oluyordu.

Yolların kenarları ağaçlıktı. Kavak ağaçları vardı, çam, kayın, sedir vardı. Kimi zaman yaprakların arasından geçen rüzgarın melodisi tüm kenti kaplar, dar sokaklardan kıvrılır, ana caddede hızlanır, nehre kadar ulaşırdı. Böyle fırtınalı günlerde nehir de çalınan senfoniye karşılık vermek istercesine çırpınmaya başlardı, “Deniz olsam dev dalgalarla katılacağım müziğe, ama şimdilik tek yapabildiğim bu,” dercesine hışırtılar kaplardı sahili. Kimi zaman da, rüzgar sesini olabildiğince keser, yağmurun yapraklarda çıkardığı sesin duyulmasına izin verirdi.

A en çok bu günleri severdi; rüzgarsız ve yağmurlu... Bu günleri, bir de kentin her tarafında uçan martıları. Kendini bildiğinden beri bu kentteydi, uzaklarda, başka kentlerde ne olduğunu, oradaki insanları, onların neler yaptıklarını hiç merak etmemişti. Bütün ağaçları tanıyordu; nehrin kıvrımlarını, arnavut taşlı yolların bitip kumsala dönüştüğü noktaları, hangi martının ne zaman dinlendiğini, ne zaman uçtuğunu bilirdi. Bazen, bütün gün yürüyüp gün sonunda nehrin kenarına oturduğunda tepesinde uçan, yanında dolaşan, hatta gözlerini dikip kendisine bakan martıların bir şeyler anlatmaya çalıştıklarını düşünürdü.

Ses ona ilk kez yağmur sonrasında, nehir kenarının ıslaklığına bakmadan oturduğunda kendini duyurmuştu. Sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi, birden girmişti lafa.
‘Bana kızgınsın, biliyorum.’
Şaşırmamıştı A. Derinlerde bir yerde, sesin var olduğunu uzun süredir biliyordu. Ses yağmurda vardı, martıda vardı, nehirde vardı; küçük pencereli evlerde, kaldırım taşlarında, ağaçlarda, yapraklarda, bulutlarda vardı. Düşündüğü her zaman, kendinle yaptığı her konuşma aslında sese gönderdiği çağrıydı; varlığından emin olduğu ama nerede olduğunu bilmediği ses’in çağrısını duyarak cisimleşeceğini umuyordu. Yıllardır kendini hazırlamıştı bu karşılaşmaya; söylecekleri, soracakları kafasında hazırdı ama ses konuşmaya başladığında karşılık vermedi, nehrin akışını izlemeye devam etti.
‘Kızıyorsun ama bir düşün. Sen hiç olmazsa duygular yaşayabiliyorsun. Kızıyorsun, seviniyorsun, gülüyorsun, ağlıyorsun. Ben onları bile yapamıyorum.’
Duygular yaşayamıyor, diye düşündü A. Mavinin akışını görüp sevinemiyor, solan yaprağa üzülemiyor.
‘O zaman kıskanıyorsun bizi. Hissediyor olmamıza, mutlu olmamıza dayanamıyorsun. Ya duygularımızı yok etmeye çalışıyorsun, ya da bizleri yanına alarak duygunun ne olduğunu öğreneceğine inanıyorsun.’
‘Kıskançlık? Duygu yaşamadığımı söylemiştim.’
‘O zaman neden?’
‘Bilmiyorum desem, inanır mısın?
A sesini çıkarmadı. İnanıyorum, dese, o zaman olan hiçbir şeyin nedeni olmadığını, duygu nedir bilmeyen sesin amaçsızca duyguları, duygulara yaratan insanları, olayları, anıları yok ettiğini kabullenmiş olacaktı. Yaşadığı her şeyin, yıllardır yaptığı yürüyüşün anlamsızlığı demekti bu. Sevinçte, hüzünde, sarılmalarda, ağlamalarda, kahkahalarda, gözyaşlarında kendine dokunduğuna, içinde var olduğunu bilmediği yeni bir A’nın ortaya çıktığına inanırdı. ‘İsimleri aynı olsa da, daha önceden yaşanmış olsalar da, her duygu insanın kendini yeniden keşfetmesidir,’ diye düşünürdü. ‘Ve her duygunun ardında emek vardır. Bu nedenle yaşanmayan her duygu aslında küçük bir intihardır. İnsanın içindeki bilinmeyen bir noktanın sessizce, cenaze töreni bile yapılmadan, yok olduğu fark edilmeden ölmesidir.’

‘İnanmıyorum,’ dedi kısaca. Söylediklerine destek almak istermiş gibi elini toprağın üzerinde gezdirdi, nehrin kıyıya vuran sularında ıslattı, yakınlarda gezinen martılara baktı. ‘Yaşananları, kelimeleri, görülenleri, alınan tatları, duyulan sesleri bilmeden yok ediyorsan, sesini her yerde duyuyor olsam bile, bir hiçsin sen aslında.’
‘Hiç. Olmayan. Yokluk. Ama sana sesini duyuran, sesini duymayı beklediğin... Yıllardır konuşmak istediğin...’
‘Çünkü bana farklı şeyler söyleyeceğini umuyordum. Bilmediklerimi öğreteceğini, en azından onları keşfetmem için yol göstereceğini... Ama sen, hiç tınmadan, fütursuzca yaptıklarının nedenini bile bilmediğini söyleyebiliyorsun.’
‘Belki nedeni senin bulmanı istiyorum. Belki sandığın kadar kuvvetli değilim. Belki benim sana ihtiyacım var...’
‘Nasıl?’
‘Hiç kendisini istediği zaman duyuran, insanları dilediği zaman susturan, duyguları ortadan kaldırma, insanları arzusuna göre sevindirme, dilediği zaman gözyaşlarına boğma gücüne sahip birinin nasıl olup da kendisi için duygusuz dediğini düşündün mü?’

A o an sesin ne kadar yalnız olduğunu anladı. İşlemesi gereken çarkın bir parçasıydı sadece. Bir görevli. Neyi, neden yaptığını sorgulamayan, sadece kendine söylenileni yapan basit bir çalışan. Her gün, her saat, her dakika, dinlenmeksizin, durmaksızın aynı işi yapmak... Kuşlardan, yeşilden, maviden, yapraklardan, kahkahalardan, dokunuşlardan etkilenmemek... Çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın; insanın hiçbir anlamı olmaması. Sadece düz bir çizgi: ne olursa olsun, canlı olan her şeye bir gün seslenecek. Kimse duymayacak o sesi, ama herkes bilecek. Ve sonrasında herkes üzülecek. ‘Belki de,’ düşündü A, ‘üzdüğünü bildiği için sonrasında konuşmuyor. Nedenini açıklayamadığı bir görevi yerine getirdiği anlatamayacağını biliyor. Ne kadar duygusuzum dese de, kendisine sorulacaklardan çekiniyor, korkuyor.’

Ve A yine o an insanların sese olduğu kadar sesin de insanlara ihtiyacı olduğunu anladı. Ses insanlar için bir nasıl bir sığınak, tükendiklerinde kaçtıkları sıcak bir yuvaysa; insanlar da ses için yalnızlığını giderecek araçtılar. Herkesle hiç değilse bir kez konuşmaya çalışıyordu, belki kendini gösterdiği anda onların da bir şey söylemesini bekliyordu ama sesin konuştuğu, onu duydukları an çoğu insanın sese dönüştüğü andı. Varlıktan hiçliğe geçtiklerinde insanlar da duygusuzlaşıyorlardı. Sesle bir olduklarında önce sesleri yok oluyordu insanların. Sonrasında birileri o sesi aramaya başlıyordu; önceleri farkında olmadan, hayatındaki eksiğin ne olduğunu bilmeden, sonraları farkında olarak. Duyamadıkça kusuru kendi buluyordu, kendine kızıyordu, duyamayarak kaybolan sesin sahibine ihanet ettiğini düşünüyordu. Sonra sese yöneliyordu kızgınlığı, sevdiği sesi yok ettiği için isyan ediyordu ona, herşeyi yok eden sesi yok etmek istiyordu.

Düşüncelerini okumuş gibi, ‘Binlerce ses var içimde,’ dedi ses. ‘Dilediğini duyabilirsin bende.’

Gözlerini kapattı. Sesin dediklerinin ruhuna ulaşmasını izledi. ‘Dilediğini duyabilirsin bende...’ Duymak... Dilemek... Dilediği sesi, sesin sahibini görmeden, bir başkasının yansımasında işitmek... Bekledi.
Bir süre sonra uğultular duymaya başladı, birbirinin üzerine binen kelimeler, ne dedikleri anlaşılmayan insan çığlıkları sardı etrafını. ‘İmdat,’ diye bağıran vardı, gitmek istemediğini söyleyenler, ağlayanlar, harika diyenler vardı. Kahkahalar, giderek uzaklaşan birine sesini iletmek isteyenlerin bağırmaları geliyordu kulağına. Kırılan dalların, büyüyen çiçeğin, olgunlaşan meyvenin, akan nehrin müziğini duyuyordu. Ana rahmine yuvalanan çocuğun şaşkınlığını duydu, yeni doğan bebeğin isyan edercesine ağlaması çarptı kulaklarına. Siren sesleri, patlayan bombalar, bir kurşunun bedene girdiği anki acının sesi kendilerini duyurdular. Sevilenlerin mutluluğu, mutsuzların acısı sese dönüşüp kalbine ulaştı.

Daha neyi ne kadar duyacağını düşünmeye başlamıştı ki, ‘Yaşananların, yaşam yoğunluğunun, yorgunluğunun sesi’ dediğini duydu Ses’in, diğer tüm seslerin üzerine çıkarak, onları bir anda susturarak; ‘önceden duymuş muydun?’

Gürültü sadece beyninin içindeydi artık. ‘Hayır ama, dilediğim sesi duyamıyorum!’ diye haykırmak istedi fakat karmaşık, anlaşılmaz harfler seslendirdiğini fark etti.
‘Dilediğin sesi isimlendirmelisin. Kulaklarınla değil ruhunla duymayı öğrenmelisin. Ancak ruhunu duyduğun anda dilediğin sesi de işitebilirsin.’

‘Ruhumu nasıl duyacağım?’ diye düşündü A.
‘Ruh duygu ister, duyguyla beslenir. Hangi duygunun sesini duymak istediğini hissetmeye çalış.’

A’nun aklına yitirdikleri, uzun yürüyüşünde geride bıraktıkları, kendisini bırakanlar, çocukluğu, gençliği, kolay gülebildiği zamanlar, dünyanın tüm yükünü omuzlarında hissettiği zamanlar, ağladığı günler, babasının yanağını okşaması, annesini sarılması, yaşamadığı sevgiler, yaşadığı sevgililer, yalanları, sevişmeleri, geç kalıp kaçırdığı, erken gidip heyecanla beklediği randevuları, gördüğü gözler, dokunduğu tenler, uyandığı tüm sabahlar, sarhoşlukları, dinginlikleri, huzursuzlukları, yaşadığı ikilemler, karar anları, karar anlarından hemen önceki gerginlikleri geldi.

Yorgun olduğunu hissetti. Aklına hep yürüdüğü geldi. Sürekli bir yerden başka bir yere gidiyor, ama gittiği hiç bir yer son nokta olmuyordu, sanki hep bir yerlere giden ama asla varamayan biriydi. Bunları düşünürken de yürümüştü; yürümüş ve nehrin kenarına varmıştı, daha önceden sayısını unuttuğu kereler geldiği noktadaydı, yürüyüşünün hep sonlandığı ama son olmadığını bildiği noktada. ‘Belki ruhun hissedeceği nehrin öte yakasındadır,’ diye düşündü, ‘hiç merak etmediğim, kentteki kimsenin merak etmediği yerde...’

Yeni doğmuş bebeği okşarcasına, sevgilisinin tenine dokunurcasına, incitmekten çekinircesine elini suyun üzerinde gezdirdi. Nehrin ona bir şeyler söylemesini bekledi. Tüm maviliğiyle akıyordu nehir, ne yağmurun getirdiği çamur, ne kar, ne martıların pislikleri kirletemiyordu nehri. Arıtıcıydı nehir, temizleyiciydi, saftı, pürdü, berraktı, davetkardı.
Kendini usulca nehre bıraktı.
Nehir ve ses aynı anda sarmaladılar A’nın bedenini. Ses gözlerini kapmasını söyledi. Nehir, ‘Ruhunu özgür bırak,’ dedi. Bir martı uçmaya başladı üzerinde. Bir dalga geldi A’yı derine itti. Dibe battıkça ses, ‘Ağzını aç,’ dedi, ‘ağzını aç ve ruhunun çıkmasına izin ver.’ Son bir nefes için ağzını açtı. Bedenden kurtulan ruhun martıya geçişini hissetti.
Sonsuzluğu gördü martının gözleriyle. Sesin, ‘Huzurlu musun?’ diye sorduğunu duydu. ‘Evet,’ yerine, ‘Özlemişim,’ oldu yanıtı. Sonsuzlukta özlemin, özlediklerinin sesi vardı. Sonsuzlukta neşe, üzüntü, kahkaha, gözyaşı, sevinç, keder vardı. Sonsuzluk yaşamdı. Tüm sesler A’yı sarmalayıp içlerine aldılar.

Martı, derindeki A’dan uzaklaşıp kıyıya doğru uçtu. Gördüğü, nehrin kıyısında yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle uyuyan bir bedendi.

23 Mart 2011 Çarşamba


Son


Dün gece yıldızları saydım.
İki eksik çıktı.
Hatırladım abla.
Cuma sabahı
Kaybolmuştu ikisi de…

*

Sabahları güzel olur buralar.
Güneş dağların ardından bir doğar ki…
Yeşilin derinliği, mavinin yansıması
Doğayla günlük dansın başlaması
Hep kuşlar vardır tepelerde
Bahçede oturdum, gözlerimi kısıp saydım.
İki eksik çıktı kırlangıçlar.
Hatırladım abla.
Dileğimdi, oralarda görürsen...
Kanatlarında sana selamım var.

*

Mevsim değişti abla.
Yağmurlar başladı, hava serinledi.
Açık pencerelerden taşan müzik de yok artık
Kuşlar nerede, onu bile bilmiyorum
Konuştuğumuz bir sürü kelime
Lal olmuş şaşkınlıkla
Bir bahçeye bir bana bakıyorlar
Bir de
Yerlerine gitmek için seni bekliyorlar…

*

Pazar günü hava pusluydu abla
Dalgalar sana yol vermek için duruldu
Gök gözyaşlarına ara verdi
Adaları seyrettik birlikte
Leylim sana dokunurken…
Bilmediğimiz bir uzağa bakarak
Gülümsüyordun
Puslu havaları da sevdirdin ya abla…

*

Ertesi gün yağmur yağdı
Oturdum, damlaları saydım.
İki eksik çıktılar.
Hatırladım abla.
Birini sağ, öbürünü sol yanağıma dökmüştüm...


6 Şubat 2011 Pazar


bir sabah....

bir sabah, yıllardır birlikte uyanmanın keyfini yaşadıkları sabahlardan biri daha...

ev sıcak ama dışarının karlı olması gene de insana üşüme hissi veriyor, her zamanki gibi, kadından önce uyanan erkek perdeyi aralayıp çevredeki beyazlığı görünce röpdeşambrını giyiyor. odadan çıkacakken gözü uyumakta olan kadına takılıyor. kadın, uykusunda gülümsüyor gibi. bir gece önce birlikte film seyretmişler, yattıktan sonra her zaman olduğu gibi birbirlerine sarılmışlar, masum bir öpücükle iyi geceler dileyecekken, o öpücük parmakların tende gezinmesine dönüşmüş, sonra sevgilerinin fiziksel ifadesi olarak yumuşak başlayıp gitikçe hızlanan, doruğa çıkan bir senfoni olarak sonlanmıştı.

erkek, bir tanrıçaya saygı sunarcasına kadının alnına hafif bir buse kondurup odadan çıkıyor. mutfağa gidip kahve yapıyor kendine, sonra salona geçip her zaman olduğu gibi boşluğa bakarak içmeye başlıyor. günün sevdiği saatleri; bedeninin uyanışını izlediği saatler. beyni aklına ne kadar şanslı olduğunu getiriyor, kadınla birlikte olduğu, sevdiği biri olduğu için, sevdiği "o" olduğu, onun tarafından sevildiği için kendisini ayrıcalıklı hissediyor. ömrü boyunca ilk kez yormayan, tam tersi yaşam sevinci veren bir sevgi içinde olduğunu düşünüyor. ikisi de aşk kelimesini kullanmayı yıllar önce bırakmışlardı; erkek düşündüğü her an yeni bir tanım buluyordu yaşadıkları için: duygu yoğunluğu, bütünleşme, bir olma, o'nda kendini görme, o'nu kendinde yaşatma...

bu sabah nedense aklına özlem kelimesi takılıyor. salonda oturup kahve içtiği, onu düşündüğü süre içinde, üç metrelik bir koridorun sonundaki odada uyuyan, yarım saat öncesine dek sıcaklığında uyuduğu onu özlediğini fark ediyor. kokusunu, gözlerinin rengini, yeteneği olsa gözü kapalı çizebileceği hatlarını, kahkahasını, sesinin tınısını, ona dokunmayı, öpmeyi, iç içe geçercesine vücudunu ona yapıştırmayı, sarılmayı, gözlerine bakmayı, uyuyuşunu izlemeyi özlediğini anlatıyor yüreği ona...

yıllar önce, o yaz günü ilk kez birlikte uyandıklarında izledikleri leylekler geliyor aklına nedense... göç için erken bir zamandı, ama sanki leylekler ona, “Kaçman gerek, buralarda olmaman gerek, gitmelisin,” gibilerinden mesaj veriyorlar gibi gelmişti... elindeki yetersiz fotoğraf makinesiyle bulutların üzerindeki noktaları hapsetmeye çalıştıkça kendisinin de bir nokta gibi, değersiz ama mecbur olunan, tek işlevi kendinden önce gelenleri sonlandırmaya yarayan bir simge olduğunu düşünmüştü. “Nokta sadece kendini sonlandıramıyor, nokta hep var,” demişti içinden, “o olmazsa her şey devam edebilir.” Ve o an olmamaya karar vermişti, ne kendi ne de bir başkasının yaşamında, ne de bir başka yaşamda... kadına anlatmaya çalışmıştı düşüncelerini sonra, kendine bile düzgün ifade edemediklerini ona hiç anlatamayacağını bilmesine rağmen, ama anlayacağını umarak...

sonrasında yaşadıklarını “noktanın intiharı” diye isimlendirmişti... düşünmemeyi öğretmişti kendine; kalemi kağıt üzerinde kendi dansını yaparken yazmamayı, konuşurken bir şey söylememeyi, gülerken kahkaha atmamayı... yaşamın izleyicisiydi artık, kendisi için duran bir zamanda, diğer insanlarının zamanını seyrediyordu...

bu şekilde yaşamının ne kadar sürdüğünü de, geri dönüşün nasıl olduğunu da bilmiyor, hatırlamıyordu. belki boşluğun sonuna nokta koymaya gerek olmadığını algılamıştı, belki de boşluğu istediği zaman istediği yerde yaşayabileceğini...

döndüğünde kadını aramamış, onun yerine okuyacağını umduğu yazılar göndermişti boşluğa:

düşüncelerimin yoğunluğunda ve hızında yazabilmek isterdim.

birlikte kardan adam yaparken ne kadar eğlendiğimizi...

üşümemize rağmen eve girmek istemeyişimizi...

sonra tir tir titreyerek, terlemişken, ısınmış eve dönüp sıcak şarap içip çocukluktaki kar anılarımızı birbirimize anlatışımızı...

dışarıya bakıp ertesi gün de kar yağıp yağmayacağını konuşmamızı...

birlikte film izlememizi...

dışarının soğuğuna inat içimizi ısıtan sevişmemizi...

sessizlik içinde oturmamızı...

ikimiz de bir köşede otururken, gözlerimizle öpücük göndermemizi...

mutfakta bir şeyler yaparken sarılıp omuzlara kondurulan buseyi...

sadece bizim anlayabileceğimiz esprilere gülmeyi...

telefonda anlamsız konuşmalar yaparken yaptığımız mimikleri...

kendime seni...

sana beni..

boşlukta yaşadığı günlerden birinde yaşlandığı, ömrünün son gününe geldiği inancına kapılmış, izlediği zamanlardan birinin kendi yaşamı olduğunu görmüştü şaşkınlıkla. Çocukluğu, gençliği, olgunluk dönemi onu uğurlayan bir tören alayı gibi gözlerinin önünden geçtikçe, gördüklerinin kimisine başını çevirmiş, kimisinden utanmış, kimisini ise kıymetli oyuncağını paylaşmak istemeyen çocuk misali sarmalamak, gittiği yere beraberinde götürmek istemişti.

yaşamındaki kimi zaman dilimlerini, kimi olayları yeniden yaşamak istediğini düşünüyordu.

çocukluğuyla ilgili anılar geliyordu aklına mesela... arka bahçedeki dut ağacına çıkması, yaz akşamları açık hava sinemasında geçen saatler, baharda yan evin bahçesindeki gelincik okyanusunu seyretmesi, mahalledeki boş tarlada yapılan maçlar, apartmanda tüm dairelerin kapılarında anahtarların takılı olması ve istediği zaman istediği daireye girebilmesi, fırıncının at arabasıyla ekmek dağıtması, migros kamyonunun gelmesini beklemesi, iki sokak ötedeki çiftlikten taze süt alıp kovayı sallamadan eve getirmeye çalışması...

gençliğiyle ilgili yeniden yaşamak istedikleri vardı... o zamanlar için adına aşk dediği, sonraları düşündüğünde kahkahalarla güldüğü duygu heyecanı, içilen ilk sigaranın dumanının havada asılı kalmasını izlemesi, çiçek pasajına ilk gidiş, vapurda açıkta oturup boğazın seyredilmesi, ilk öpüşmeden sonra kendine hiçbir şey hissetmediğini söylemesi ve "demek buymuş," demesi, gittiği ilk maç, geceler boyu, "acaba beni nasıl bir yaşam bekliyor?" diye düşünmesi...

olgunluk çağıyla ilgili yaşamak istedikleri vardı... çocuğunu kucağına ilk alışı, ilk kez bir araba kullanışında duyduğu heyecan, yabancı bir ülkeye tek başına gittiğinde yaşadıkları, günlerden bir gün bulutlara baktığında gördüğünün çocukluğunda, gençliğinde gördüğü bulutlardan farklı olduğunu algılaması, kadını ilk kez görüşü, hayatında ilk kez bir çift gözün uzun süre gözlerinin önünden gitmemesi...

…. yılı erkeğin yaşamındaki son yıldı. tüm bunları ve daha nicesini, ertesi sabahı görmeyeceğini bildiği bir günde düşünmeye başladı. sonra yıllardan beri yaptığı gibi kendiyle oyun oynamaya karar verdi. "peki," dedi kendine, "nice anı var, hatırladıklarımın hepsi de güzel; ama bir tanesini, sadece bir zaman dilimini bir kez daha yaşama şansım olsaydı, seçimim ne olurdu?"

yanıtı, yıllardan beri içinde taşıdığı ikinci benliği verdi. "onun uzakta olduğu, varlığını unutmaya çalıştığın seneleri yaşamak isterdin," dedi. "çünkü artık biliyorsun ki özlemin sevgisiyle, sevginin özlemiyle yaşadığın yıllar sonunda kadını yine göreceksin."

mutfağa gidip portakal suyu sıkıyor, bardağı alıp yatak odasına gidiyor ve koltuğa oturup onu seyretmeye başlıyor. uyandığında ilk gördüğünün kendisi olmasını istiyor.

portakal suyu mu? yaptığı yaramazlıkta yakalanan çocuk misali, uyandığında ne yapıyorsun diye sorarsa, "hiiçç," diyecek, "sana portakal suyu getirmiştim."

6 Aralık 2009 Pazar




her yolculuk bir sonun başlangıcıdır aslında
her adım daha da yaklaştırır o sona

her şehre en uzak olunan zaman
o şehrin sisine dokunabilecek kadar yakın olunduğundadır

karnınızda kramp
iki büklüm olmuşken,
acının dağladığı yüreğe ulaşamadığınızda
yolun kenarındaki çiçeği gözyaşları suladığında
sadece yapraklar duyar
sisler içindeki çığlığı

renksizliğin sesini
gözler bile konuşamadığında
sessizliği seslendirdiğine binler, onbinler
mutlaklığın huzuruna boyun eğmek
varılamasa bile
uzanmak yol kenarına
görünmezlik yorganının altında
şehrin sisinde kaybolmayı kabullenmek...