25 Temmuz 2011 Pazartesi

SES

Attığı her adım onu buluşma noktasına daha da yaklaştıracaktı. Noktanın, buluşacağı yerin nerede olduğunu tam olarak bilmiyordu. Ses sadece, ‘Yürümeye devam et, vardığında doğru yer olduğunu bileceksin,’ demişti. Emreder tonda değildi konuşması, kendini dinleten seslerden biriydi; hatta bir an için az daha konuşursa sesi görebileceğini bile zannetmişti. ‘Başkaları da gelecek mi?’ diye sordu, hem sesi görebilmek, hem de zaman kazanmak için. Ses, aklından geçenleri okumuş gibi, ‘Koşullar uygun olduğunda ve doğru zamanda beni göreceksin,’ dedi. ‘Şimdilik sadece yürümeye devam etmen gerekiyor.’

Birkaç şey daha sormam gerekir diye düşündü. Sen kimsin, demeliydi, hem tanıdık geliyor tonlaman, hem de ruhuma uzaksın. Kimi zaman yürümek istemediğini söylemeliydi, sen de bana doğru yürüsen ve orta yerde buluşsak, demeliydi. Zaten herkes yürüyor, herkes aynı noktada mı buluşacak? diye sormalıydı. Noktayı bilmek için bir ipucu istemeliydi; ağacın altında, şu saatte demesini istemeliydi. Randevularına hep erken giden biri olduğumu söylemeliydi ona ve beklemekten ve bekletilmekten hoşlanmadığını... Onu nasıl tanıyacağını söylemediğini...

Yaşadığı kentte bir ana cadde, o caddeye açılan ara yollar vardı. Yollar arnavut taşlarından yapılmıştı. Yıllardır üzerlerine düşen yağmur, kar, güneş; basan ayaklar eskitmişti taşları. Güneşte kalmaktan kavrulmuş, suyunu kaybetmiş deriler gibi, yer yer çöküntüler vardı. Kimi yerlerde, üç beş tanesi ayrılıp başını alıp gitmek istermişçesine diğerlerinden daha yüksekteydi. Yürürken dikkatli olmak, çökük yerlere basıp takılmamak, yüksek yerlerin üzerlerinden atlamak gerekirdi.

Yağmur yağdığında aralarından akan su kenti çevreleyen nehre doğru akardı. Çökmüş yerlerdeki toprağı alırdı sular, sonra yılların çamurunu kendilerine katarlar, yere değmeden önceki berraklıkları koyulaşırdı. Parlak maviydi nehir, su kirli rengiyle kendisine ulaştığında, çocuğunu sevgiyle yıkayan ana gibi kabullenir, sırrını sadece kendisinin bildiği bir şekilde arıtır ve onları da mavileştirerek yoluna devam ederdi. Kimse nehrin nereden başlayıp, nasıl olup da kentin çevresini sarmalayıp, sonrasında nereye gittiğini bilmiyordu. Bildikleri tek şey, bütün yolların nehre çıktığıydı; hangi yöne giderlerse gitinler, hangi sokaktan hangi yöne dönerlerse dönsünler, yolun sonunda hep nehir oluyordu.

Yolların kenarları ağaçlıktı. Kavak ağaçları vardı, çam, kayın, sedir vardı. Kimi zaman yaprakların arasından geçen rüzgarın melodisi tüm kenti kaplar, dar sokaklardan kıvrılır, ana caddede hızlanır, nehre kadar ulaşırdı. Böyle fırtınalı günlerde nehir de çalınan senfoniye karşılık vermek istercesine çırpınmaya başlardı, “Deniz olsam dev dalgalarla katılacağım müziğe, ama şimdilik tek yapabildiğim bu,” dercesine hışırtılar kaplardı sahili. Kimi zaman da, rüzgar sesini olabildiğince keser, yağmurun yapraklarda çıkardığı sesin duyulmasına izin verirdi.

A en çok bu günleri severdi; rüzgarsız ve yağmurlu... Bu günleri, bir de kentin her tarafında uçan martıları. Kendini bildiğinden beri bu kentteydi, uzaklarda, başka kentlerde ne olduğunu, oradaki insanları, onların neler yaptıklarını hiç merak etmemişti. Bütün ağaçları tanıyordu; nehrin kıvrımlarını, arnavut taşlı yolların bitip kumsala dönüştüğü noktaları, hangi martının ne zaman dinlendiğini, ne zaman uçtuğunu bilirdi. Bazen, bütün gün yürüyüp gün sonunda nehrin kenarına oturduğunda tepesinde uçan, yanında dolaşan, hatta gözlerini dikip kendisine bakan martıların bir şeyler anlatmaya çalıştıklarını düşünürdü.

Ses ona ilk kez yağmur sonrasında, nehir kenarının ıslaklığına bakmadan oturduğunda kendini duyurmuştu. Sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi, birden girmişti lafa.
‘Bana kızgınsın, biliyorum.’
Şaşırmamıştı A. Derinlerde bir yerde, sesin var olduğunu uzun süredir biliyordu. Ses yağmurda vardı, martıda vardı, nehirde vardı; küçük pencereli evlerde, kaldırım taşlarında, ağaçlarda, yapraklarda, bulutlarda vardı. Düşündüğü her zaman, kendinle yaptığı her konuşma aslında sese gönderdiği çağrıydı; varlığından emin olduğu ama nerede olduğunu bilmediği ses’in çağrısını duyarak cisimleşeceğini umuyordu. Yıllardır kendini hazırlamıştı bu karşılaşmaya; söylecekleri, soracakları kafasında hazırdı ama ses konuşmaya başladığında karşılık vermedi, nehrin akışını izlemeye devam etti.
‘Kızıyorsun ama bir düşün. Sen hiç olmazsa duygular yaşayabiliyorsun. Kızıyorsun, seviniyorsun, gülüyorsun, ağlıyorsun. Ben onları bile yapamıyorum.’
Duygular yaşayamıyor, diye düşündü A. Mavinin akışını görüp sevinemiyor, solan yaprağa üzülemiyor.
‘O zaman kıskanıyorsun bizi. Hissediyor olmamıza, mutlu olmamıza dayanamıyorsun. Ya duygularımızı yok etmeye çalışıyorsun, ya da bizleri yanına alarak duygunun ne olduğunu öğreneceğine inanıyorsun.’
‘Kıskançlık? Duygu yaşamadığımı söylemiştim.’
‘O zaman neden?’
‘Bilmiyorum desem, inanır mısın?
A sesini çıkarmadı. İnanıyorum, dese, o zaman olan hiçbir şeyin nedeni olmadığını, duygu nedir bilmeyen sesin amaçsızca duyguları, duygulara yaratan insanları, olayları, anıları yok ettiğini kabullenmiş olacaktı. Yaşadığı her şeyin, yıllardır yaptığı yürüyüşün anlamsızlığı demekti bu. Sevinçte, hüzünde, sarılmalarda, ağlamalarda, kahkahalarda, gözyaşlarında kendine dokunduğuna, içinde var olduğunu bilmediği yeni bir A’nın ortaya çıktığına inanırdı. ‘İsimleri aynı olsa da, daha önceden yaşanmış olsalar da, her duygu insanın kendini yeniden keşfetmesidir,’ diye düşünürdü. ‘Ve her duygunun ardında emek vardır. Bu nedenle yaşanmayan her duygu aslında küçük bir intihardır. İnsanın içindeki bilinmeyen bir noktanın sessizce, cenaze töreni bile yapılmadan, yok olduğu fark edilmeden ölmesidir.’

‘İnanmıyorum,’ dedi kısaca. Söylediklerine destek almak istermiş gibi elini toprağın üzerinde gezdirdi, nehrin kıyıya vuran sularında ıslattı, yakınlarda gezinen martılara baktı. ‘Yaşananları, kelimeleri, görülenleri, alınan tatları, duyulan sesleri bilmeden yok ediyorsan, sesini her yerde duyuyor olsam bile, bir hiçsin sen aslında.’
‘Hiç. Olmayan. Yokluk. Ama sana sesini duyuran, sesini duymayı beklediğin... Yıllardır konuşmak istediğin...’
‘Çünkü bana farklı şeyler söyleyeceğini umuyordum. Bilmediklerimi öğreteceğini, en azından onları keşfetmem için yol göstereceğini... Ama sen, hiç tınmadan, fütursuzca yaptıklarının nedenini bile bilmediğini söyleyebiliyorsun.’
‘Belki nedeni senin bulmanı istiyorum. Belki sandığın kadar kuvvetli değilim. Belki benim sana ihtiyacım var...’
‘Nasıl?’
‘Hiç kendisini istediği zaman duyuran, insanları dilediği zaman susturan, duyguları ortadan kaldırma, insanları arzusuna göre sevindirme, dilediği zaman gözyaşlarına boğma gücüne sahip birinin nasıl olup da kendisi için duygusuz dediğini düşündün mü?’

A o an sesin ne kadar yalnız olduğunu anladı. İşlemesi gereken çarkın bir parçasıydı sadece. Bir görevli. Neyi, neden yaptığını sorgulamayan, sadece kendine söylenileni yapan basit bir çalışan. Her gün, her saat, her dakika, dinlenmeksizin, durmaksızın aynı işi yapmak... Kuşlardan, yeşilden, maviden, yapraklardan, kahkahalardan, dokunuşlardan etkilenmemek... Çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın; insanın hiçbir anlamı olmaması. Sadece düz bir çizgi: ne olursa olsun, canlı olan her şeye bir gün seslenecek. Kimse duymayacak o sesi, ama herkes bilecek. Ve sonrasında herkes üzülecek. ‘Belki de,’ düşündü A, ‘üzdüğünü bildiği için sonrasında konuşmuyor. Nedenini açıklayamadığı bir görevi yerine getirdiği anlatamayacağını biliyor. Ne kadar duygusuzum dese de, kendisine sorulacaklardan çekiniyor, korkuyor.’

Ve A yine o an insanların sese olduğu kadar sesin de insanlara ihtiyacı olduğunu anladı. Ses insanlar için bir nasıl bir sığınak, tükendiklerinde kaçtıkları sıcak bir yuvaysa; insanlar da ses için yalnızlığını giderecek araçtılar. Herkesle hiç değilse bir kez konuşmaya çalışıyordu, belki kendini gösterdiği anda onların da bir şey söylemesini bekliyordu ama sesin konuştuğu, onu duydukları an çoğu insanın sese dönüştüğü andı. Varlıktan hiçliğe geçtiklerinde insanlar da duygusuzlaşıyorlardı. Sesle bir olduklarında önce sesleri yok oluyordu insanların. Sonrasında birileri o sesi aramaya başlıyordu; önceleri farkında olmadan, hayatındaki eksiğin ne olduğunu bilmeden, sonraları farkında olarak. Duyamadıkça kusuru kendi buluyordu, kendine kızıyordu, duyamayarak kaybolan sesin sahibine ihanet ettiğini düşünüyordu. Sonra sese yöneliyordu kızgınlığı, sevdiği sesi yok ettiği için isyan ediyordu ona, herşeyi yok eden sesi yok etmek istiyordu.

Düşüncelerini okumuş gibi, ‘Binlerce ses var içimde,’ dedi ses. ‘Dilediğini duyabilirsin bende.’

Gözlerini kapattı. Sesin dediklerinin ruhuna ulaşmasını izledi. ‘Dilediğini duyabilirsin bende...’ Duymak... Dilemek... Dilediği sesi, sesin sahibini görmeden, bir başkasının yansımasında işitmek... Bekledi.
Bir süre sonra uğultular duymaya başladı, birbirinin üzerine binen kelimeler, ne dedikleri anlaşılmayan insan çığlıkları sardı etrafını. ‘İmdat,’ diye bağıran vardı, gitmek istemediğini söyleyenler, ağlayanlar, harika diyenler vardı. Kahkahalar, giderek uzaklaşan birine sesini iletmek isteyenlerin bağırmaları geliyordu kulağına. Kırılan dalların, büyüyen çiçeğin, olgunlaşan meyvenin, akan nehrin müziğini duyuyordu. Ana rahmine yuvalanan çocuğun şaşkınlığını duydu, yeni doğan bebeğin isyan edercesine ağlaması çarptı kulaklarına. Siren sesleri, patlayan bombalar, bir kurşunun bedene girdiği anki acının sesi kendilerini duyurdular. Sevilenlerin mutluluğu, mutsuzların acısı sese dönüşüp kalbine ulaştı.

Daha neyi ne kadar duyacağını düşünmeye başlamıştı ki, ‘Yaşananların, yaşam yoğunluğunun, yorgunluğunun sesi’ dediğini duydu Ses’in, diğer tüm seslerin üzerine çıkarak, onları bir anda susturarak; ‘önceden duymuş muydun?’

Gürültü sadece beyninin içindeydi artık. ‘Hayır ama, dilediğim sesi duyamıyorum!’ diye haykırmak istedi fakat karmaşık, anlaşılmaz harfler seslendirdiğini fark etti.
‘Dilediğin sesi isimlendirmelisin. Kulaklarınla değil ruhunla duymayı öğrenmelisin. Ancak ruhunu duyduğun anda dilediğin sesi de işitebilirsin.’

‘Ruhumu nasıl duyacağım?’ diye düşündü A.
‘Ruh duygu ister, duyguyla beslenir. Hangi duygunun sesini duymak istediğini hissetmeye çalış.’

A’nun aklına yitirdikleri, uzun yürüyüşünde geride bıraktıkları, kendisini bırakanlar, çocukluğu, gençliği, kolay gülebildiği zamanlar, dünyanın tüm yükünü omuzlarında hissettiği zamanlar, ağladığı günler, babasının yanağını okşaması, annesini sarılması, yaşamadığı sevgiler, yaşadığı sevgililer, yalanları, sevişmeleri, geç kalıp kaçırdığı, erken gidip heyecanla beklediği randevuları, gördüğü gözler, dokunduğu tenler, uyandığı tüm sabahlar, sarhoşlukları, dinginlikleri, huzursuzlukları, yaşadığı ikilemler, karar anları, karar anlarından hemen önceki gerginlikleri geldi.

Yorgun olduğunu hissetti. Aklına hep yürüdüğü geldi. Sürekli bir yerden başka bir yere gidiyor, ama gittiği hiç bir yer son nokta olmuyordu, sanki hep bir yerlere giden ama asla varamayan biriydi. Bunları düşünürken de yürümüştü; yürümüş ve nehrin kenarına varmıştı, daha önceden sayısını unuttuğu kereler geldiği noktadaydı, yürüyüşünün hep sonlandığı ama son olmadığını bildiği noktada. ‘Belki ruhun hissedeceği nehrin öte yakasındadır,’ diye düşündü, ‘hiç merak etmediğim, kentteki kimsenin merak etmediği yerde...’

Yeni doğmuş bebeği okşarcasına, sevgilisinin tenine dokunurcasına, incitmekten çekinircesine elini suyun üzerinde gezdirdi. Nehrin ona bir şeyler söylemesini bekledi. Tüm maviliğiyle akıyordu nehir, ne yağmurun getirdiği çamur, ne kar, ne martıların pislikleri kirletemiyordu nehri. Arıtıcıydı nehir, temizleyiciydi, saftı, pürdü, berraktı, davetkardı.
Kendini usulca nehre bıraktı.
Nehir ve ses aynı anda sarmaladılar A’nın bedenini. Ses gözlerini kapmasını söyledi. Nehir, ‘Ruhunu özgür bırak,’ dedi. Bir martı uçmaya başladı üzerinde. Bir dalga geldi A’yı derine itti. Dibe battıkça ses, ‘Ağzını aç,’ dedi, ‘ağzını aç ve ruhunun çıkmasına izin ver.’ Son bir nefes için ağzını açtı. Bedenden kurtulan ruhun martıya geçişini hissetti.
Sonsuzluğu gördü martının gözleriyle. Sesin, ‘Huzurlu musun?’ diye sorduğunu duydu. ‘Evet,’ yerine, ‘Özlemişim,’ oldu yanıtı. Sonsuzlukta özlemin, özlediklerinin sesi vardı. Sonsuzlukta neşe, üzüntü, kahkaha, gözyaşı, sevinç, keder vardı. Sonsuzluk yaşamdı. Tüm sesler A’yı sarmalayıp içlerine aldılar.

Martı, derindeki A’dan uzaklaşıp kıyıya doğru uçtu. Gördüğü, nehrin kıyısında yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle uyuyan bir bedendi.

23 Mart 2011 Çarşamba


Son


Dün gece yıldızları saydım.
İki eksik çıktı.
Hatırladım abla.
Cuma sabahı
Kaybolmuştu ikisi de…

*

Sabahları güzel olur buralar.
Güneş dağların ardından bir doğar ki…
Yeşilin derinliği, mavinin yansıması
Doğayla günlük dansın başlaması
Hep kuşlar vardır tepelerde
Bahçede oturdum, gözlerimi kısıp saydım.
İki eksik çıktı kırlangıçlar.
Hatırladım abla.
Dileğimdi, oralarda görürsen...
Kanatlarında sana selamım var.

*

Mevsim değişti abla.
Yağmurlar başladı, hava serinledi.
Açık pencerelerden taşan müzik de yok artık
Kuşlar nerede, onu bile bilmiyorum
Konuştuğumuz bir sürü kelime
Lal olmuş şaşkınlıkla
Bir bahçeye bir bana bakıyorlar
Bir de
Yerlerine gitmek için seni bekliyorlar…

*

Pazar günü hava pusluydu abla
Dalgalar sana yol vermek için duruldu
Gök gözyaşlarına ara verdi
Adaları seyrettik birlikte
Leylim sana dokunurken…
Bilmediğimiz bir uzağa bakarak
Gülümsüyordun
Puslu havaları da sevdirdin ya abla…

*

Ertesi gün yağmur yağdı
Oturdum, damlaları saydım.
İki eksik çıktılar.
Hatırladım abla.
Birini sağ, öbürünü sol yanağıma dökmüştüm...


6 Şubat 2011 Pazar


bir sabah....

bir sabah, yıllardır birlikte uyanmanın keyfini yaşadıkları sabahlardan biri daha...

ev sıcak ama dışarının karlı olması gene de insana üşüme hissi veriyor, her zamanki gibi, kadından önce uyanan erkek perdeyi aralayıp çevredeki beyazlığı görünce röpdeşambrını giyiyor. odadan çıkacakken gözü uyumakta olan kadına takılıyor. kadın, uykusunda gülümsüyor gibi. bir gece önce birlikte film seyretmişler, yattıktan sonra her zaman olduğu gibi birbirlerine sarılmışlar, masum bir öpücükle iyi geceler dileyecekken, o öpücük parmakların tende gezinmesine dönüşmüş, sonra sevgilerinin fiziksel ifadesi olarak yumuşak başlayıp gitikçe hızlanan, doruğa çıkan bir senfoni olarak sonlanmıştı.

erkek, bir tanrıçaya saygı sunarcasına kadının alnına hafif bir buse kondurup odadan çıkıyor. mutfağa gidip kahve yapıyor kendine, sonra salona geçip her zaman olduğu gibi boşluğa bakarak içmeye başlıyor. günün sevdiği saatleri; bedeninin uyanışını izlediği saatler. beyni aklına ne kadar şanslı olduğunu getiriyor, kadınla birlikte olduğu, sevdiği biri olduğu için, sevdiği "o" olduğu, onun tarafından sevildiği için kendisini ayrıcalıklı hissediyor. ömrü boyunca ilk kez yormayan, tam tersi yaşam sevinci veren bir sevgi içinde olduğunu düşünüyor. ikisi de aşk kelimesini kullanmayı yıllar önce bırakmışlardı; erkek düşündüğü her an yeni bir tanım buluyordu yaşadıkları için: duygu yoğunluğu, bütünleşme, bir olma, o'nda kendini görme, o'nu kendinde yaşatma...

bu sabah nedense aklına özlem kelimesi takılıyor. salonda oturup kahve içtiği, onu düşündüğü süre içinde, üç metrelik bir koridorun sonundaki odada uyuyan, yarım saat öncesine dek sıcaklığında uyuduğu onu özlediğini fark ediyor. kokusunu, gözlerinin rengini, yeteneği olsa gözü kapalı çizebileceği hatlarını, kahkahasını, sesinin tınısını, ona dokunmayı, öpmeyi, iç içe geçercesine vücudunu ona yapıştırmayı, sarılmayı, gözlerine bakmayı, uyuyuşunu izlemeyi özlediğini anlatıyor yüreği ona...

yıllar önce, o yaz günü ilk kez birlikte uyandıklarında izledikleri leylekler geliyor aklına nedense... göç için erken bir zamandı, ama sanki leylekler ona, “Kaçman gerek, buralarda olmaman gerek, gitmelisin,” gibilerinden mesaj veriyorlar gibi gelmişti... elindeki yetersiz fotoğraf makinesiyle bulutların üzerindeki noktaları hapsetmeye çalıştıkça kendisinin de bir nokta gibi, değersiz ama mecbur olunan, tek işlevi kendinden önce gelenleri sonlandırmaya yarayan bir simge olduğunu düşünmüştü. “Nokta sadece kendini sonlandıramıyor, nokta hep var,” demişti içinden, “o olmazsa her şey devam edebilir.” Ve o an olmamaya karar vermişti, ne kendi ne de bir başkasının yaşamında, ne de bir başka yaşamda... kadına anlatmaya çalışmıştı düşüncelerini sonra, kendine bile düzgün ifade edemediklerini ona hiç anlatamayacağını bilmesine rağmen, ama anlayacağını umarak...

sonrasında yaşadıklarını “noktanın intiharı” diye isimlendirmişti... düşünmemeyi öğretmişti kendine; kalemi kağıt üzerinde kendi dansını yaparken yazmamayı, konuşurken bir şey söylememeyi, gülerken kahkaha atmamayı... yaşamın izleyicisiydi artık, kendisi için duran bir zamanda, diğer insanlarının zamanını seyrediyordu...

bu şekilde yaşamının ne kadar sürdüğünü de, geri dönüşün nasıl olduğunu da bilmiyor, hatırlamıyordu. belki boşluğun sonuna nokta koymaya gerek olmadığını algılamıştı, belki de boşluğu istediği zaman istediği yerde yaşayabileceğini...

döndüğünde kadını aramamış, onun yerine okuyacağını umduğu yazılar göndermişti boşluğa:

düşüncelerimin yoğunluğunda ve hızında yazabilmek isterdim.

birlikte kardan adam yaparken ne kadar eğlendiğimizi...

üşümemize rağmen eve girmek istemeyişimizi...

sonra tir tir titreyerek, terlemişken, ısınmış eve dönüp sıcak şarap içip çocukluktaki kar anılarımızı birbirimize anlatışımızı...

dışarıya bakıp ertesi gün de kar yağıp yağmayacağını konuşmamızı...

birlikte film izlememizi...

dışarının soğuğuna inat içimizi ısıtan sevişmemizi...

sessizlik içinde oturmamızı...

ikimiz de bir köşede otururken, gözlerimizle öpücük göndermemizi...

mutfakta bir şeyler yaparken sarılıp omuzlara kondurulan buseyi...

sadece bizim anlayabileceğimiz esprilere gülmeyi...

telefonda anlamsız konuşmalar yaparken yaptığımız mimikleri...

kendime seni...

sana beni..

boşlukta yaşadığı günlerden birinde yaşlandığı, ömrünün son gününe geldiği inancına kapılmış, izlediği zamanlardan birinin kendi yaşamı olduğunu görmüştü şaşkınlıkla. Çocukluğu, gençliği, olgunluk dönemi onu uğurlayan bir tören alayı gibi gözlerinin önünden geçtikçe, gördüklerinin kimisine başını çevirmiş, kimisinden utanmış, kimisini ise kıymetli oyuncağını paylaşmak istemeyen çocuk misali sarmalamak, gittiği yere beraberinde götürmek istemişti.

yaşamındaki kimi zaman dilimlerini, kimi olayları yeniden yaşamak istediğini düşünüyordu.

çocukluğuyla ilgili anılar geliyordu aklına mesela... arka bahçedeki dut ağacına çıkması, yaz akşamları açık hava sinemasında geçen saatler, baharda yan evin bahçesindeki gelincik okyanusunu seyretmesi, mahalledeki boş tarlada yapılan maçlar, apartmanda tüm dairelerin kapılarında anahtarların takılı olması ve istediği zaman istediği daireye girebilmesi, fırıncının at arabasıyla ekmek dağıtması, migros kamyonunun gelmesini beklemesi, iki sokak ötedeki çiftlikten taze süt alıp kovayı sallamadan eve getirmeye çalışması...

gençliğiyle ilgili yeniden yaşamak istedikleri vardı... o zamanlar için adına aşk dediği, sonraları düşündüğünde kahkahalarla güldüğü duygu heyecanı, içilen ilk sigaranın dumanının havada asılı kalmasını izlemesi, çiçek pasajına ilk gidiş, vapurda açıkta oturup boğazın seyredilmesi, ilk öpüşmeden sonra kendine hiçbir şey hissetmediğini söylemesi ve "demek buymuş," demesi, gittiği ilk maç, geceler boyu, "acaba beni nasıl bir yaşam bekliyor?" diye düşünmesi...

olgunluk çağıyla ilgili yaşamak istedikleri vardı... çocuğunu kucağına ilk alışı, ilk kez bir araba kullanışında duyduğu heyecan, yabancı bir ülkeye tek başına gittiğinde yaşadıkları, günlerden bir gün bulutlara baktığında gördüğünün çocukluğunda, gençliğinde gördüğü bulutlardan farklı olduğunu algılaması, kadını ilk kez görüşü, hayatında ilk kez bir çift gözün uzun süre gözlerinin önünden gitmemesi...

…. yılı erkeğin yaşamındaki son yıldı. tüm bunları ve daha nicesini, ertesi sabahı görmeyeceğini bildiği bir günde düşünmeye başladı. sonra yıllardan beri yaptığı gibi kendiyle oyun oynamaya karar verdi. "peki," dedi kendine, "nice anı var, hatırladıklarımın hepsi de güzel; ama bir tanesini, sadece bir zaman dilimini bir kez daha yaşama şansım olsaydı, seçimim ne olurdu?"

yanıtı, yıllardan beri içinde taşıdığı ikinci benliği verdi. "onun uzakta olduğu, varlığını unutmaya çalıştığın seneleri yaşamak isterdin," dedi. "çünkü artık biliyorsun ki özlemin sevgisiyle, sevginin özlemiyle yaşadığın yıllar sonunda kadını yine göreceksin."

mutfağa gidip portakal suyu sıkıyor, bardağı alıp yatak odasına gidiyor ve koltuğa oturup onu seyretmeye başlıyor. uyandığında ilk gördüğünün kendisi olmasını istiyor.

portakal suyu mu? yaptığı yaramazlıkta yakalanan çocuk misali, uyandığında ne yapıyorsun diye sorarsa, "hiiçç," diyecek, "sana portakal suyu getirmiştim."