16 Eylül 2009 Çarşamba

Ğ' YE


I


Kapalı panjurların ardında, dışarıdaki güneşin kavurucu sıcaklık yaydığını bildikleri tembel bir öğle sonrasında yatakta soluk soluğa yan yana uzanmışken, az önce yaşadıkları, ne olduğunu kelimelendiremedikleri yolculuğun gerçek olduğunu kendilerine kanıtlamak istermiş gibi, parmakları yaşadıklarının şiddetine, heyecanına, sesine tezat bir şekilde ağır hareketlerle birbirlerinin bedeninde geziniyordu.

“Çok önceleri olmalıydı bu,” dedi kadın. “Çok önceleri beraber olmalı ve birlikte büyümeliydik.”

Erkek yanıt vermedi, söylenenleri duymuş ama anlamamış gibiydi. Hâlâ yaşamakta olduğu boşlukta birlikte ve büyümek kelimeleri birer titreşim olmayı bırakıp, sanki bizi tanı ve aralardaki boşluğu doldur dercesine gözlerinin önünde cisimlendiler ve ona bakmaya başladılar. Adam karşısındaki kelimelere, “Ama zaten tanıyordum,” dedi. “Veya tanımayı düşlemiştim. Hayal etmiştim. Sonra o hayalden korkmuştum. Kaçmıştım.”

Hayallerinde yaşanmamış bir gece vardı – yaşanmamış ve bir daha yaşanmayacak, ama bir kez yaşanmış olması bile, üzerinden kaç yıl geçerse geçsin, yaşandığı anki dinginliği sürdürecek bir gece - bir zaman dilimi, kendi yaşamından sadece kendisi için çaldığı bir zaman parçası. Öyle bir zaman dilimi olacak, öylesine dolu bir anıya dönüşecekti ki yaşadıkları; duyguları içinden taşacak, biriyle paylaşmak isteyecek ama sadece kendisine ait olan bir şeyi büyük bir kıskançlıkla yine kendisine saklayacaktı. O kadar ki, hissettiklerini, yaşadıklarını nerede olduğunu sadece kendisinin bildiği, sadece kendisinin yazdığı, sadece kendisinin okuduğu deftere bile yazmayacaktı. Bir sürü kelime kullanabilirdi yaşadıkları, yaşamayı hayal ettikleri, hayalinde yaşadıkları için ama kelimeler üstüydü düşledikleri. Siyah bir kalemin değişik bilek ve parmak hareketleriyle oluşturduğu adına kelime denilen şekiller yetersiz kalırdı içindekileri dışa dökmek için. Yıllar sonra, çocuğunun, belki de hiç göremeyeceği torununun defteri bulduğunu ve okuduğunu düşledi. Veya belki de ölümünden sonra diğer eşyalarıyla birlikte atılacaktı defter, bir şekilde birinin eline düşecekti. Okuyan kişi –çocuğu, torunu, başkası- her kimse, “Eee, yani,” diyecekti, “anlamı ne bu yazılanların?” Onca duygunun, olayın, hissedilenin, çalkantıların, acının bir başkasında hiçbir duyguya yol açmaması yaşananlara saygısızlık olur, diye düşündü. “En güzel anı, insanın kendisiyle bile paylaşmaktan çekindiği, kendisinden bile kıskandığı anıdır,” dedi kendine. Yazmayacaktı bu anısını. Beyninin bir yerlerinde, sadece istediği zaman anımsayacağı bir yerde saklayacak, her anımsadığında da yüzüne yayılan gizemli gülümsemenin ne anlama geldiğini soranlara muzip muzip bakacaktı.

Oradaydı, bir kol mesafesinden daha yakında duruyordu. Elini tutması için koluna hafifçe uzatması yeterliydi, yanağına bile dokunabilirdi isterse; veya konuşmanın bir yerinde punduna getirip masanın üzerine duran elinin üzerine elini bile koyabilirdi; doğal da olurdu bu, bir kahkahanın, destek istenen bir cümlenin paylaşılması için yapılmış bir hareket, ama derinlerde bir yerde daha farklı bir anlamı olduğu bilinen bir temas anı... Elin o zamana kadar olandan farklı bir baskıyla tutulması... Temas anının her zamankinden bir an uzun olması... O anlık uzunluğun fark edilmesi, hafif gerginleşme... Ve elin bırakılması... Sonrasında?.. Bir sessizlik süreci yaşanırdı, sıkıntılı ama insanı basmayan bir sessizlik ve hemen akabinde o temas anını gerektiren konudan tamamen farklı bir konunun açılması takip ederdi, kısa cümleli konuşmalar, sessizliği yok etmek için gösterilen çaba...

Derken müzik girerdi devreye. Eşlik edilen şarkılar, tempo tutulan ritimler, şarkıların hatırlattığı anıların anlatılması, o anılardan çıkan sorular, verilen yanıtlara yapılan yorumlar, orada olmayan kişilerle dalga geçmeler, gülmeler, tokuşturulan kadehler, diğer masalarda oturanlarla ilgili yorumlar yapılması, sigara yakmak içilen verilen aralar, duman hakkında konuşulması, çıkan dumanın masanın üzerinde dağılmasının seyredilmesi, zaman zaman bireysel anılara dalarak düşüncelere dalınması, uzaklaşma, hemen ardından yine yaşanan ana dönme, seslerin yükselmesi, uğultuların artması, kahkahaların gürleşmesi, az önce sessizliğe neden olan anlık el temeslarının bilerek yapılması, temas sürelerinin uzaması, birbirlerine geçen parmaklar ve nihayet gözlerin gecenin başından beri ilk kez anlamlı olarak birbirlerine bakması...

O an diğer tüm masalardan gelen uğultular kesilirdi, sesler, kahkahalar havada asılı kalırdı. Sadece müziğin sesi olurdu duyulan. Bir keman yayının güzelliği duyulurdu veya bir gitar telinin çınlaması, veya flameko dansçısının hüzünlü sesi... Dans başlardı. Dönmeler, figürler, uzaklaşmalar, yakınlaşmalar, iki vücudun birbirine yapışması, hemen sonrasında ayrılıp birbirini arayan bulutla yağmur damlası gibi yeniden buluşmaları, iki vücudun bütünleşmesi, tek bir bedenmiş gibi soluması, kişinin kendini dünyanın merkezinde hissetmesi, her şeyi yapabileceğini algılaması, başların birbirine değmesi, başın omuza yaslanması, kişinin binbir fırtına sonrasında güvenli bir limana sığınmış gemi gibi kendini karşındakinin kollarına bırakması, eridiğini hissetmesi; eridiğini ve yok olduğunu, bir noktaya dönüştüğünü, ama istediği an bir dev olabileceğini duyumsaması, bunu yaparken de yalnız olmadığını algılaması, müziğin çıldırması, doruğa doğru tırmanma, yerin ayakların altından kayması, bedenin yerçekimine karşı geldiğinin hissedilmesi, boşluğun ve doluluğun aynı anda yaşanması ve son bir çılgın notada, müzik, insanlar, evren çılgın bir hal almışken kondurulan bir buse...

Gece, başladığı sessizlikle biterdi. Buradan nereye gidelim? sorusunun yanıtı olmazdı. Dumanlar gibi havada asılı kalırdı soru. Hatta yanıt verilemeyeceğini bildiklerinden bu soruyu sormazlardı bile. Bedenler ayrı yerlerine giderlerken, ruhlar danslarını sürdürmek için birlikte ayrılırlardı oradan.

Oradaydı, bir kol mesafesinden daha yakında duruyordu, ama o kadar uzaktaytı ki...

“Belki de en güzel anı henüz yaşanmamış olan anıdır,” dedi kendine. Ayak seslerinin bile yankılanmadığı bir caddede yalnız başına yürümeye devam etti.

Kaçmıştı, yaşanmamışları hayalinde yaşanmışlardan daha kalıcı anılara dönüştüreceğini umarak. Masasının üzerine içinde resminin olduğunu hayal ettiği boş bir çerçeve koymuş, tanıştıkları günün onun doğum günü olduğuna karar vermiş ve her sene o gün çerçeveyi bir gülle süslemişti. Geceleri, hayallerinde, onunla kimi zaman olabildiğince yumuşak, kimi zaman hoyratça sevişiyor, sonra onun teninin sıcaklığında kendini uykuya bırakıyordu. Sabahları uykuyla uyanıklık arasındaki belirlenemez zamanda, aklına ilk gelenin o olmadığını algıladığında kendine kızıyor, onu düşünerek uyanabilmek için yeniden uyumaya çalışıyordu. Yazılar yazıyor, hayalinde yazdıklarını ona okuyor, yayınlanan eserlerini onun okuduğunu umuyor, gittiği bir filmden, okuduğu bir kitaptan sonra karşısındaymış gibi onunla konuşuyordu.
Onun olmadığı ama onu hissederek yaşadığı dokuz sene geçirdi ve dokuz sene boyunca onunla beklenmedik bir anda beklenmedik bir yerde karşılaştığında ne söyleyeceğini, karşılaştığı saate, mekâna göre hayallerinde değişik senaryolarla o kadar çok yaşadı ki, günlerden bir gün hayal etmediği tek yerde (kapı çalınmış, açtığında karşısında onu görmüştü), şaşkınlığını atlattıktan sonra aklına gelen ilk cümleyi söyleyebildi: “Bir yerden tanışıyor muyuz?”

Kadın hiçbir şey söylemeden içeri girip adama sarılmıştı.

II

Bir süre öncesine dek birbirlerine yabancı olan iki bedenin farkında bile olmadan önce gözleri karşılaşmış, sonra el sıkışmışlar; başlarda çekingen, sonra gittikçe rahatlayan, birbirlerini rahatlatan sözler söylemişlerdi. Çevredeki diğer bedenlerin tepki göstermediği bir anlatıya birlikte güldüklerinde, ikisi de şaşırmışlar, gözler ellerinde olmadan bir kez daha kesiştiğinde aralarında özel bir ilişki olabileceğini hiç bir kelime sarf etmeden kabullenmişler, o an itibariyle de beyinleri oldukları mekândan, toplantıdan, toplantının konusundan uzaklaşmış, konumları gereği birbirlerine “siz” diye hitap ederken bunu nasıl birinci tekil şahısa dönüştürebileceklerini düşünmeye başlamıştı.

Birbirlerinden habersiz bir şekilde, ikisi de kendilerine “nasıl”la (nasıl telefon numarasını alablirim? Nasıl daha yakın olabilirim? Toplantı sonrası kalmasını nasıl sağlayabilirim? İş çıkışı kahve içmeye nasıl davet edebilirim?) başlayan bir dizi sorarken, parmaklarındaki kalem önlerindeki kağıtlara onlardan bağımsızmış gibi şekiller çizerken (erkek daire çiziyor, sonra o daireden çizgiler çıkartıyor, her çizginin ucuna bir başka daire çiziyor, sonra yeniden çizgiler çıkartarak, ne olacağını bilmediği ama sonunda anlamlı olacağını umduğu bir çizgiler demeti yaratmata çalışıyordu; kadınsa kağıdını değişik boylarda yıldızlarla doldurma çabasındaydı), kulakları başkanın isimlerini söylediğini duydu. Birlikte çalışarak iki hafta sonrasına rapor hazırlamaları gerekiyordu. Bu duydukları anda ikisi de kalakaldılar.

Bilmiyorlardı ama, beyinleri “nasıl” sorusuyla oyalanmaktan memnundu. Yanıt bulunana dek erkek kadını, kadın erkeği düşünecek, senaryolar yazılacak, belki bir sırdaşla konuşulacak, karşılaşmak için bahaneler yaratılmaya çalışılacak, yapılan her plan hemen akabinde hatalı bir yönü görülerek bozulacak, görüşüldüğünde neler konuşulabileceği düşünülecek, tekdüze yaşam koşuşturması içinde yaşanacak olan düşünsel heyecan belki de yaşamlarının yegâne heyecanı olacaktı. Ama şimdi, birlikte çalışmaları, yani hemen her gün görüşmeleri gerektiği ortaya çıkınca, “nasıl” sorusu bir anda, “ne olacak”a dönüşmek zorundaydı; bunun için bedenleri fark etmese de beyinleri farklı boyutta düşünmek zorundaydı.

Ve tabii ki düşündüler. İkinci görüşmelerinin sonunda erkek rapor üzerinde gece de çalışacağını, arada sorması gereken bir şey olduğunda haberleşebilmeleri için kadının telefon numarasını almasında bir sakınca olup olmadığını sordu. Kadın üzerinde çalıştıkları konunun, “Dört metre boyundaki bir duvarın önüne konması gereken masanın duvardan ne kadar uzakta olması gerekiyor,” gibilerinden, basit, üzerinde fazladan bir çalışma gerektirmeyen bir konu olduğunu bilmesine rağmen, telefon numarasını vermekle kalmadı, “İstediğiniz saatte arayabilirsiniz, nasıl olsa yalnızım, erken de yatmıyorum,” da dedi.
Parmaklar bir takım rakamların yazılı olduğu kağıdı gömleğin üst cebine yerleştirirken, beyin de kadının söylediklerinin sentezini yapmış, gereken mesajları almıştı bile: yalnız (aramamda sakınca yok), istenilen saatte aranabilme (aramamı istiyor)...

Birbirlerine hitap ederken ikici çoğul şahıstan birinci tekil şahısa dönüşüm de erkeğin gecenin çok geç olmayan bir saatinde aramasından, raporla ilgili fındık kabuğunu doldurmayacak bir şey söyledikten, birlikte çalıştıkları diğer kişiler hakkında konuşmaya başladıktan, onlarla ilgili, bir diğerinin bilmedikleri komik olayları anlatıp belli ölçüde gevşedikten sonra olmuştu. “Ne dersin, bu hafta sonu bir yere yemeğe gidelim mi?” diye sormuştu erkek, ve kadının hemen evet demesi üzerine, sen kelimesi kullanılmadan aradaki resmiyet kalktığı ve birbirlerine ikinci tekil şahıs olarak konuşma başladığı için (Ne dersin?) beyin kendini tebrik etmişti.

Gözlerin karşılaşmasından beri iki beden de, beyinleri, kalpleri, dudakları, tenleri, her yönleriyle yakınlaşmaya o kadar hazırdılar ki, hafta sonu yemeğinden önce rapor için bir kez daha buluştuklarında yanakdan öpüşürken dudakların dış kısımlarının hafif bir buse verirmiş gibi temas etmesini hiç yadırgamadılar; yemekte konuşmanın hiç kesilmemesi, kelimelerin havada asılı kaldığı aşılması güç sessizlikler yaşamamaları, restorandan çıktıklarında el ele tutuşmaları ikisine de hiç şaşırtıcı gelmedi. Birbirlerini yeni tanımaya başlayan kadın ve erkek değildiler de, sanki yıllardır beraber olan bir çifttiler; belki de bu nedenle yemek sonrasında erkek kahve içmek için evine davet ettiğinde kadın bunu gayet normal karşıladı. Mutfakta kahve hazırlarken, kadının yanına gelmesini, az önce salonda kitaplıktaki kitaplar ve raflara gelişigüzel yerleştirilmiş resimlerle ilgili sorular sormasını da (O resimde yanında duran kadın kim)? erkek özel yaşamanın soruşturulmasından çok, kendisini yakından tanımak isteyen birinin soruları olarak algıladı.

Karşılıklı koltuklarda oturup kahveler içildikten, bir dergideki yazıları birlikte okuma bahanesiyle kanapeye yan yana oturduktan, ilk dergiden sonra ikinci ve üçüncü dergilere de bakıldıktan, dakikalar ilerledikten, iki bedenin birbirlerini tanıtmak için bir gecede anlatabilecekleri tüm şeyler tükendikten sonra, sessizlik sürelerinin uzamasından korkan beyinlerin karşısındakinin ilgisini kaybetmemesi için geçmişin en unutulmuş yerlerinde kalan konuları aramaya başladığı, aşktan, sevgiden, ilişkilerden bahsedilmediği bir anda erkeğin kendisini öpmesi kadına ne kadar garip gelmediyse, sonrasında sevişmeleri de ikisi için dünyanın en doğal olayı gibiydi.

Salonda kanapenin üzerinde yastıklar yere atılarak başlayan, sonra yatak odasında devam eden sevişmede, kadın da erkek de hayvani duyguların yerlerini ne zaman dokunmanın güzelliğine, tensel temasın yumuşaklığına bıraktığını, aslında yaptıklarının birbirlerini tanıma süresinin bir parçası, cinsel yönden de tanıma olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Holden yansıyan ışığın loşluğunda, inlemeler, derin soluklar, bedenin yapabildiğini önceden bilmediği hareketler; yaşadıklarını ölümsüzleştirecek bir işaret, tenlerde bir anmalık bırakmak istercesine tırnakların sırta, kollara, bacaklara batırılması, nerede sonlanacağı bilinmeyen bir yolculuk son bir kasılmayla yerini bir şey söylendiği takdirde tılsımının kaçacağı bilinen bir sessizliğe bıraktığında, yan yana uzanmış, sadece parmaklar birbirlerine değiyorken, kadın hayatında ilk defa, sevişirken gözlerini kapatmadığını ve uzun zaman önce, insanın bunun sadece varlığını hissettiği biriyle beraber olduğunda yaptığını okuduğunu anımsadı. Erkeğin kendisindeki değişimi algılaması daha uzun sürdü: o da, hayatında ilk defa olarak, sevişme sonrasında yataktan kalkmak da istememişti, yanındakinin bir an önce gitmesini de...

Sabah uyandıklarında, keşfettikleri yeni oyunu oynamak için okula gitmeyen yaramaz ve muzır çocuklar gibi bir kez daha seviştiler; bu kez ruhlarını da katarak... Bir gece öncesinin aksine, bu kez sevişirken konuştular, birbirlerinin isimlerini söylediler, sonrasında birbirlerine dokunmayı sürdürdüler, sarıldılar, defalarca öpüştüler, biri yataktan kalkmak isteyince diğeri onu geri çekti ve ikisi de aynı anda bir gece öncesinde sevişene dek hiç durmadan konuşurken, gece başlayan sevişmelerinden beri iki üç kelimeden fazla etmediklerini algılayarak gülmeye başladılar. Kahkahalarında, yaptıkları yaramazlığı kimsenin yakalayamayacağını bilen çocuklarının mutluluğu vardı.

Yine salonda, bu kez ikisi de bornozlara sarılmış bir şekilde kahve içerlerken kadın geceden beri ilk ciddi soruyu sordu. “Daha önceleri neredeydin?”

Erkeğin dudakları yanıt vermek için açılıp kapanmadı, ama beyni düşünmeye başlamıştı bile. Gözleri kadının yosun yeşili gözlerine odaklanmıştı. Yanıt ise, sorunun sorulmasından, kadının beden olmaktan çıkıp can olduğunu, ruh dostu olduğunu algılamasından, bunu kendine kabul ettirmesinden yıllar sonra geldi.

Bazen gözlerinin ardını görmek istiyorum. O kadar zor ki... Çünkü gözlerine baktığım anda o yosun yeşillik beni derinine çekiyor ve hayatımın en güzel kayboluşunu yaşatıyor bana.

Kaybolmak, en sevdiğim şeylerden biridir (biliyor musun? diye sormayacağım, tabii ki bilmiyorsun). Gittiğim yabancı yerlerde bilhassa harita almam (olasılıkla harita okuyamadığım için), kendimi yollara bırakırım ve başladığım noktaya dönebilmek için de, yürürken belli noktalar belirlerim: köşede bilmem ne satan dükkan, başka bir sokağın girişindeki market, yol üzerinde vitrini renkli paket kağıtlarıyla dolu oyuncakçı, ve tabii kitapçılar, kafeler... Gördüğüm her kitabevine girerim, benim için kutsal bir yeri ziyaret etmek gibidir kitapçılar, ve her kitap evinden bir kitap veya dergi alır, çıkışımda da yoluma çıkan ilk kafeye girip, pipomu yakar ve kahvemi içerken aldığım dergiye bakmaya başlarım. Yıllardır yaşadığım törensel bir ayin bu, hemen hiç bir şeyin kalıcı olmadığı, kalıcı olmadığına kendimi inandırdığım (belki de kalıcı olmaması için elimden geleni yaptığım), dıştan çok zengin görünen, ama ne kadar küçük ve basit olduğunu sadece benim bildiğim dünyamda değişmeyen tek şey. Hangi ülkede, hangi kente olursam olayım kitapevi-dergi-kafe çizgisi değişmiyor.
Kafede oturduğum ve dergiye/kitaba göz attığım süre sonrasında aklımda kalacağına inandığım mağazalar, dönüşümü garantiye almak için bellediğim noktalar belleğimden silinmiş olur. Nasıl olmasınlar ki? Kafede oturup birşeyler içmek, pipomu yakmak beni zaten hayaller dünyasına götürür, bir de buna okuduklarım eklenince...

Sonra kalkıp yine yollara vururum kendimi, ama bu kez dükkan isimlerine, vitrinlerine falan dikkat etmem. İnsanlara bakmaya başlarım, onlarla ilgili hayaller kurarım: elele gördüğüm yaşlı çiftlere onları hiç yalnız bırakmayan çocuklar, torunlar armağan ederim, karşıdan gelen güzel bir kadının benimle konuşmaya başladığını, ön yargısız, ne zaman başlayıp ne zaman bittiği belli olmayan bir zaman diliminde yaşanabilecek her şeyi yaşadığımı düşlerim, bana dikkatle bakan küçük çocukların (en dikkatli çocuklar bakar etraflarına) ileride beni gördüklerini anımsayıp anımsamayacaklarını düşünürüm; sonra hayaller daha da abartılı hâle gelmeye başlarlar; oturduğum parkta adamın teki intihar edecekken ben durdursam onu, yazdığım bir kitap bir sürü dile çevrilse ve de tanınmış biri olsam, biri gelse yanıma, öylesine, boşlukta otursak ve boşluktan konuşmaya başlasak, bir sinema odası, okuma odası, çalışma odası olan büyük bir evim olsa, istediğim kadar seyahat edebilecek kadar param ve zamanım olsa; derken geçmişi düşünmeye başlarım yaşadıklarımı, konuştuklarımı, bana söylenenleri, benim dediklerimi... Benim için özel olan kişileri bir bir yanıma çağırır onlarla sohbet ederim, ve sonunda her şey öyle bir noktaya gelir ki, olduğum yer neresi olduğunu bilmediğim ama bana ait bir yer olup çıkar.

Kısa sürede çok şey yaşamış olurum orada, neresi olduğunu, olduğum noktaya nasıl geldiğimi bilmediğim o kentin bilmediğim köşesinde... Hayaller dünyasından çıktığımda, sanki yeni bir yerdeymişim gibime gelir. Gecelemek için bir mekân olduğunu bildiğim ama oraya nasıl gideceğimi bilmediğim bir yer. O noktaya havadan düşmediğimi kanıtlamak için aldığım kitap, içinde pipomun olduğu çantam ve de fotoğraf makinem vardır yanımda ve inanır mısın, zaten çoktan çökmüş olan gece karanlığında, onların verdiği cesaretle korkmam, yalnız olmadığımı hissederim. Sanki onlar hayatla bağlantımı sağlayan uzantılarımdır, ben bırakmadıkça beni bırakmayacak olan öğelerdir; yakılacak tütün, okunacak kitap olduğu sürece nefes almaya devam edebileceğine inanırım.

Dönüş yolu çok daha heyecanlıdır. Hedefime varıp varamayacağımdan emin olmadığım, varacaksam ne kadar sürede varacağımı bilmediğim bir maceraya atılmış hissederim kendimi. Çok değil, bir kaç saat önce geçtiğim caddeler, sokaklar ilk defa görüyormuşum gibi gelir. Aşina bir bina gördüğümde çocuklar gibi sevinirim. Karşıdan kalabalık bir grup geliyorsa, yolun kenarına, olabildiğince karanlık bir köşeye sinerim. Ara yollara elimden geldiğince girmem. Hedefime yaklaştıkça heyecanlanmaya başlarım: bir kez daha istediğim şekilde kaybolmuş, kaybolmasına rağmen kimsenin yardımı olmadan bir kez daha varması gereken yeri bulmuş biriyimdir artık.

Kaldığım otele/eve, her neresiyse artık, vardığımda ne yaşadığım günü ne de ertesi gün nasıl kaybolacağımı düşünürüm. O gün bitmiştir, yarın ise bir bilinmezdir benim için.
Her günü kayıp bir şekilde yaşamayı giderek daha fazla yapmaya başladım. O güne başlarken neler olacağını düşünmüyorum bile, sadece o gün de istersem kaybolabileceğim var aklımda, burada, ömrümü geçirdiğim bu kentte bile istediğim an kaybolabileceğimi bilmek nedense heyecan veriyor bana. Ve son zamanlarda en çok seni gözlerinde, sana bakarken veya gözlerini düşünürken kayboluyorum. Sanki o yeşillik beni içine çekiyor ve kaybolmak için özel bir çaba harcamadan, kendi içinde beni bana kaybettiriyor. Farkında değilsin ama teninin altında olabiliyorum, dışarıya bakmak istersem, senin gözlerini kullanıyorum görmek için, seninle gözlerin aracılığıya konuşuyorum.

Yıllardan beri her kayboluşumda bilmeden aradığım şeyi gözlerinde buldum:

Hayaller dünyasında gerçekleri yaşatıyor gözlerin bana, gerçekler dünyasında da hayalleri...

III

Başlangıçta sadece bir bahçe vardı ve bu bahçede bedenlerinin farkında olmayan iki çocuk. Önceleri olmadığı için sorgulayacak bir şeyleri yoktu, gelecek diye bir şey olduğunu bilmediklerinden de beklentileri. Sevgi, aşk, ihanet, beğenme, nefret, bencillik, haz, hoşlanma, tiksinme, tutku, şehvet, aldatma, aldatılma nedir bilmiyorlardı, yani mutluydular diyebiliriz ama bu da yanlış olur; mutluluk denilen kavramdan haberleri yoktu ki... Hatta büyümeleri gerektiğini bile bilmiyorlardı; kocaman bir bahçede istedikleri gibi oynayan, gezen, dolaşan, yiyen, içen, uyuyan, uyanınca bir gün öncesinde yaptıklarını tekrarlamaktan yüksünmeyen iki çocuktular sadece...
Sonra büyüdüler ve bilmediğimiz bir zamanda, bilmediğimiz bir şekilde farklı iki beden olduklarını anladılar. Anlamalarıyla da insanlığın yaratılıştan beri değişmeyen, her toplumda, her zamanda, her koşulda, konuşulan dile, renge, dine, siyasi görüşe bağlı olmaksızın her dönem geçerliğini koruyan en büyük buluşunu yaptılar: cinselliği keşfettiler.
Denilebilir ki, tarihin en büyük buluşu insanlığın başlamasıyla eş zamanlıdır ve insanlık tarihinde ilerlemeyi, gelişmeyi sağlayan binlerce dönüm noktasına, icada baktığımızda, cinsellik atom bombasından da, aya gidebilmiş olmaktan da, buhar makinesinden de ileri bir buluştur. Zaman içinde her yeni icat bir öncekinin geçerliliğini ortadan kalkmasına neden olmuş, her deney, benzer bir başka deneyi çürüterek kendini kabul ettirmişken; sadece cinsellik kalmıştır insan yaşamında değişmeyen bir öğe olarak ve içinde sadece insan olan, mekanik hiç bir şey olmayan yegâne buluş hâlâ cinselliktir.
Ama elindekilerle hiçbir zaman yetinmeyen, hep daha iyiyi hak ettiğine inanan insanoğlu, belki de cinselliğin keşfindeki basitliği kabullenmek istemediği için sonraki dönemlerde bir hata yaptı: kaşiflerinin aksine cinselliği hep bir duygu veya olayla bağdaştırmaya çalıştı: Sevgi, aşk, merak, beğenme, ihanet, aldatma... Doğrular ve yanlışlar koydu cinselliğin içine, yasaklarla ve yaşanmasında sakınca olmayanlar olarak sınıfladı cinselliği.

Kahramanlarımız kimin keşfettiğini bilmedikleri cinselliği yaşamaktan hoşnuttu, bunu dilediklerince yaşayabildikleri için mutluydular ve kadın sayesinde, daha başlangıçta bir çok insanın düştüğü tuzaktan kurtulmuşlardı. Birbirlerine sevdiklerini söylemelerinden hemen sonra kadın, “Bu ilişki isimsiz olsun,” demiş, erkek de, isimsizliğin altını birlikte dolduracaklarını söylemişti. Kadına bunu söyleten beyninin olgunluğuydu, deneyimleriydi; yaşananlara mutlaka isim konulduğu çoğu zaman ismin yaşananların önüne geçeceğini ve bu durumda büyünün kaybolacağını bilmesiydi. Erkeği beyniyse daha çok kendine odaklıydı, önceki ilişkilerine kıyasla sevdiğini bu kez neden bu kadar kolay söyleyebildiğini, aradaki farkın ne olduğunu sorguluyordu. (Erkek farkı hep karşısındakinde aradığı, asıl değişenin kendisi olduğunu fark edemediği için, yanıtı asla bulamayacaktı.)

İkisi de yaşadıklarının özel olduğunun ayrımında olarak bir karar almışlardı: en yakınlarıyla bile paylaşmayacaklardı birlikte olduklarını. Bilmiyorlardı ama, bu kararları, başlangıçta bahçede oyanayan iki çocuğun masumiyetine, oyunbazlıklarına bir göndermeydi. Toplantılarda siz’li konuşuyorlar, birbirlerine resmi davranıyorlar, ellerinden geldiğince ciddi ifadelerle oturuyorlar; sonra kimsenin görmediğinden emin oldukları bir anda biri diğerine sessiz bir öpücük gönderiyor veya bir bahaneyle yanından geçerken omzuna dokunuyor, iş çıkışı ayrı yollardan artık birlikte yaşadıkları eve gidiyor ve içeri girer girmez günün özlemini dakikalarca öpüşerek, sarılarak giderdikten sonra, kahkahalar içinde toplantıdakilere, iş yerlerindekilere fark ettirmeden birbirleri için özel olduklarını bir diğerine nasıl hissettirdiklerini konuşuyorlardı.

Aynı oyunu oynamaktan bıkmayan iki çocuk gibiydiler, başlangıçta konuştukları ne olursa olsun, dönüp dolaşıp birbirlerini çok sevdiklerini söylemelerinde, neden daha önce karşılaşmadıklarını sormalarında sonlanıyordu. Birbirlerine geçmişlerini anlatırken, beyinleri konuyu tesadüflerin insan yaşamındaki yerine, yolları yıllar önce kesişebilecekken (ayrı fakültelerde okumuşlardı ama ortak arkadaşları vardı, ayrı semtlerde oturmuşlardı ama yazları aynı yöreye tatile gitmişlerdi, aynı filmlerden, kitaplardan benzer şekilde etkilenmişlerdi), o güne dek nasıl olup da tanışmadıklarına getiriyordu. İkisi de farkında değildi ama, yanıtı asla verilemeyecek olan nasıl ve neden daha daha önce karşılaşmadık sorusu oynadıkları sevgililik, aşkdaşlık oyununun bir parçasıydı. Beraberliklerinin, birbirlerinin varlıklarından haberdar olmadıkları, değiştirilemeyecek bir geçmişte başlamış olması gerektiğini söyleyerek ilkgençlikde duyulan ve aşk diye yorumlanan duygunun heyecanını ilişkilerine katmaya çalışırken, bir yandan da başlangıçtan beri berabermiş gibi davranarak, birbirleri için yaratılmış olduklarını, sevgiliden de öte ruh dostu olduklarını kendilerine kabul ettirmeye çalışmaktı yaptıkları.

İkisi de oynadıkları oyunun da, gereksizliğinin de farkındaydılar. Kadının beyni erkeğin varlığında bedeninin her yönden tatmin olacağı, kalbindeki tüm duyguların karşılık bulacağı birini bulduğunu;. erkeğin beyniyse yıllardır yaşadığı kaçma isteğinin kadınla birlikte ortadan kalkacağını, bundan sonra sadece kadınla ve kadının içinde kaybolacağını biliyordu. Birbirlerinde hem sığınabilecekleri güvenli bir liman, hem de birlikte olduklarında en fırtınalı denize açılmaktan korkmayacakları yaşam sevinci bulmuşlardı ve beyinleri ve bedenleri bunun o farkındaydı ki, kalpleri beraberken birbirlerine, yalnızken, sanki unutacaklarmış gibi kendilerine hep aynı şeyi söyletiyordu: “Seni seviyorum, Onu seviyorum, Seni çok seviyorum, Onu çok seviyorum.” Sevgilerini o kadar çok söylediler, sevgilerini birbirlerine o kadar çok yaşattılar ki, gün geldi, sevgi sözcüğünün hissettiklerini anlatmakta yetersiz kaldığını düşünmeye başladılar. Yaşadıkları sevgiden, aşkdan da öte bir şeydi, kadın hissettiklerimizi kelimelerle ifade etmeye çalışmamıza gerek yok diyordu; erkek, “Biliyorum,” diye yanıt veriyordu. “Biliyorum, çünkü bana sunduğun, bana yaşattığın sevgiyi görebiliyorum.”

Dünya yüzünde kaç milyon insan varsa, o kadar tanımı olan sevgiyi görebilmek... Sadece bir kelimeden ibaret olan bir kavramı gözlerle seçebilmek... Elle tutabilmek... Aşk’ın şekillenmesi... Öylesine cisim alması ki, tüm dünyaya, “İşte! Bizim sevgimiz, aşkımız bu!” diye övünçle


gösterebilmek.
İçinden taşan sevginin çokluğunda, aşkı görebilmek için çabalıyordu erkeğin beyni; kadının kelimelere gerek yok, hissettiklerimiz yeterli demesini anlamakta güçlük çekiyordu. Kalp ve bedenin haklı olduğunu kabullenmesi içinse seneler geçmesi gerekti.

Romantizmin diliyle yazmak istedim sana; ama Türkçe de, İtalyanca da Fransızca da sevgi kelimelerini söylemede usta olan diller; hangisini kullanacağıma karar veremedim.

Sonra aşk kelimelerini kullanmak geldi aklıma, bunun için de hangi dili kullanacağımı bilemedim.

Bir çok lisanı birden kullanayım dedim, okumaktan sıkılacağını düşündüm.

Her dilde, “Seni seviyorum,” kelimelerini yazayım diye düşündüm, çok klasik olacağına karar verdim.

Dağları delen, dereleri aşan sevgiden bahsetmek de hep yapay gelmiştir bana, hangi dilde olursa olsun.

Ölene dek sevme sözü ise yalanların en büyüğü kanımca. Onu yerine, “Hergün yeniden seviyorum,” demek istemişimdir hep.

Bir başka büyük yalan da, “Seni her gün düşünüyorum, aklımdan hiç çıkmıyorsun,” sözü. Gerçek aşık düşünmez, bir anda beyninin kendisinden bağımsız olarak sevgiliyi düşündüğünü algılar.

“O kadar seviyorum ki, deliler gibi kıskanıyorum,” ise saçmalığın dik alası. Tam tersi, hiç kıskanmayacak kadar seviyorum, denilmeli.

Ama sonunda ne denirse densin (veya denmesin) hepsi birer kelime, ya daha önceden kullanıldılar, ya da birileri ileride kullanılacak. Ve her kelime gibi kullanıldıkları anda eskiyecekler.

Bu nedenle kelimeler üstü seviyorum seni, sevdiğini söyleme gereği duymayan bir dilsiz, sevildiğine inanmak için görme gereği duymayan bir kör gibi.

IV

“Hâlâ isimsiz miyiz?” diye sordu erkek.
“İsimsizliğin altını birlikte dolduracaktık,” diye yanıtladı kadın.
“İsimsizlik, sonsuzluk gibi. Tamam, artık daha fazla şey sığdıramam dediğimde, sevgin yeni bir şey katıyor içine.”
“İkimizin sevgisi, yaşadıklarımız dolduruyor o sonsuzu. Hergün bir öncekinden daha fazla yer açılıyor o sonsuzda, ve her gün bir öncekinden daha kolay dolduruyoruz onu. Her sabah uyandığımda seni yeniden sevecek, önceden fark etmediğim bir neden buluyorum. Kimi zaman bakışların dolduruyor isimsizliği, kimi zaman dokunuşun. Bazen sessizliğin... Muzipliğin... Çocuksuluğun... Gülerken dudaklarının yana kaykılması... Uyurken mırıl mırıl sesler çıkartman...”

Erkek sessiz kaldı. Beyni, bedeni, kalbi, teni isimsizliği o kadar uzun zaman önce tanımlamışlardı ki...

İsimsizliğin ardına sığdırdıım öğelerden biri paylaşma. Kutsal olduğuna inandığım insan bedenini – kendi bedenimi- ona aynı şekilde değer verdiğini bildiğim biriyle paylaşabilecek kadar gevşek olma. Bunu yaparken, o bedene kimi zaman kutsallığına saygı duyacak kadar yumuşak, bir bebeği okşarcasına dokunma; kimi zamansa elde edilmek için savaş verilen hazineymişçesine hoyrat davranma. O bedenden daha önceden varlığını bilmediği sesleri çıkartmaya çalışma, o bedene o güne dek yapabileceğinin farkında olmadığı hareketleri yaptırma. Her iki bedenin de kendisini aynı anda hem dünyalara hükmedecek bir dev, hem de üzerine basıldığında izi bile kalmayacak bir nokta olarak görmelerini sağlama. Bedenin nefessizken soluyabileceğini, en derin solukta bile nefessiz kalacağını hissetme. Beynin, bedenin kontrolüne girmesini kabullenme, buna direnmeme, gevşemenin kasılmayla, kasılmanın gevşemeyle olabileceğini, aslında her ikisinin de aynı şey olduğunu ayrımsama. Ve de tüm bunları iki bedenin birbirlerini paylaşarak yapmaları.

Bir başka öğe düşünme. Kimi zaman bilerek, isteyerek; kimi zamanda hiç farkında olmadan düşünme. Farkından olmadan düşünüldüğünde, düşünme eylemenin fark edilmesiyle birlikte, beynimin seni düşünüyor olmasından memnun olma ve yüzüme kendiliğinde yayılan bir gülümseme. Seni düşünme eyleminin benim için doğal bir şey olması ve bundan memnun olduğumu hissetmem. Bunun bana enerji verdiğini duyumsamam.

Tezat gibi olacak, diğer bir öğe düşünmeme. Gerçek koşulları unutabilme, sadece yaşanan zaman dilimini olabildiğince yaşamaya çalışma. Kimi zaman iki yolcuya benzetiyorum bizi. Birbirimizin yükü değiliz; birbirimize yönelik bir bavul taşımadan seyahat ediyoruz, bavulsuz olarak odaya giriyoruz, çıktığımızda da götürecek bavulumuz yok; o odada geçen zaman diliminden bizde kalan tek şey ortak yaratılan bir keyif, paylaşım.

Birine ait olduğunu, birinin sana ait olduğunu hissetme ama aynı zamanda birbirimizin sahibi olmadığımızı bilme. Bu aidiyetin mutluluk vermesi. Biri, “Nasılsın?” diye sorduğunda, “İyiyim,” yanıtını verirken, içinden, “İyiyim, çünkü onu seviyorum. O da beni seviyor,” diye düşünme.
Gün boyu gece sevişeceğimizi düşleme, sana dokunmayı, seni soymayı, öpmeyi özleme. Sonra eve geldiğimde gözlerindeki yorgunluğu görüp huzurlu uyuman için elimden geleni yapma. Bunu yaparken de tenini özlemenin bile ne kadar güzel olduğunu duyumsama.

V

Ve erkek bir gün bulabidiği en güzel yüzüğü aldı kadına. Bunu alırken kalbinde hissettiklerinin, kadınla yaptığı konuşmaların, beyninin kendisine söylediklerinin çelişkisi içinde olduğunun, yüzüğü verdiği an isimsizlikten isimlilik konuma geçileceğinin, kadının bunu nasıl karşılayacağını bilmediğinin farkındaydı. Ama oyun arkadaşını seven ancak sürekli aynı oyunu oynamaktan sıkılan çocuk yönü, “Yeni bir oyun olacak bu, daha eğleneceksin, daha hissedeceksin,” diyerek, yaşadıklarının güzelliğini her an hisseden beyniyle yaptığı savaşı kazanmıştı.

Erkeğin içindeki çocuk, yüzüğü vermek için kendince olabilecek en romantik ortamı hazırladı. Geçmişten bir şarkı parçası buldu, yaşlandığımda, saçlarım döküldüğünde beni sevmeye devam edecek misin? diye soruyordu şarkıdaki sözler, ve devam ediyordu, hemen yanıt verme, hatta hiçbir şey söylemesen de olur. Bu sözlerden kadının yüzüğü, aralarında aşkdan da öte bir duygunun, tutku olduğunun anmalığı olarak görebileceğini umuyordu.

Bedeni, kadınla yaşadığının basit bir sevi olayından öte, bit tutku, bir şehvet ilişkisi olduğuna beyninden önce karar vermişti. “Teninle arzuluyorum seni. yanımda yokken bile teninin kokusunu duyuyorum; olur olmaz zamanlarda gülen dudakların, ruhumu gördüğüne inandığım gözlerin, önüne düşen saçların beliriyor karşımda. O kadar gerçek oluyor ki görüntün, sanki elimi uzatsam parmaklarım saçlarında gezinebilecekler, sonra bedenim senin bedeninde kaybolacak ve sonra tek bir ruh olarak birlikte cisimleneceğiz. Gün boyu akşam seninle yaşayacağımız cinselliği düşlüyorum, birlikte çıkacağımız dünya ötesi yolculuğu,birbirimze teslim olacağımızı... Sonra yattığımızda parmaklarımı senin üzerinde gezdirmek, bacaklarında, göğüslerinde, yanaklarında, alnında dolaştırmak, ikimizin hem bir bütün, hem de birbirimizin ayrılmaz parçası olduğumuzu hissetmek en yoğun sevişmeden daha tatmin edici geliyor bana.... Seninle uyanmak, sessizken, konuşmadığın anlarda da seni duyabilmek, senle geçen zamanın sayılamayacak kadar çok kum tanelerine dönüşmesi, o kum tanelerinden içinde sadece ikimizin olduğu, Arslan Yürekli Richard’ın da, Samuray’ların da zapt edemeyeceği, yıkamayacağı kale yapmak, o kaleyi Everest’in tepesine taşımak ve orada, dünyaya tepeden bakarken, birbirmizin, sevgimizin, tutkumuzun sıcaklığında ısınmak... Bunları yapabileceğimi hissettiriyorsun bana, ve senle olan yaşam için aklıma üç kelime geliyor: Tanrısallığa tanık olmak... ”

Çocuk, yaramazlık yaptığının, oyunun kurallarını bozduğunun farkındaydı. Kadının yüzüğü kabul etmesi yeterliydi onun için, sonrasında üzerinde konuşmasalar da olurdu. Tek isteği kadının ondan bir parça taşımasıydı. Almadan önce kuyumcuda onlarca kez eline alıp incelediğinde, aldıktan sonra yastığın üzerine bırakmaktan, mum ışığında yenen bir yemek esnasında vermeye kadar bir sürü senaryoyu düşündüğünde, beyni zaman zaman kararının gereksizliğini kendisine anlatmaya çalışmış olsa da vitrinde gördüğü kurşun askeri inatla isteyen bir çocuğun direnciyle karşılaşmıştı. Aslında erkeğin beyni, “Büyümeye çalışıyorsun, ama buna gerek yok. Sen oyununu oyna, ben büyüklerin yapacağı işleri yaparım,” diyordu. Beynin söylemediğiyse, ilişkilerde iki tarafın da birlikte büyümesi gerektiği, büyüme birlikte olmadığında ilişkinin sonlanmasının kaçınılmaz olduğuydu.

Erkek yüzüğü bir kutunun içine koyup müzik setinin üzerine bıraktı. Kutunun yanında bir zarf vardı, üzerinde, “Kutuyu şarkıyı dinlerken aç,” yazıyordu. Zarfın içindeki not ise oldukça kısaydı.

“Hayat aşkla, sevgiyle yaşanan tutku serüvenlerinden oluştuğu sürece dolu dolu yaşanabilir ancak.”


Kadının yüzüğü bulduğunda yalnız olmasını istiyordu. Evden çıktı, bir bara gitti. Pipo içen, top sakallı, hiç tanımadığı bir adamın masasına oturdu. “Anlatacağım o kadar çok şey var ki,” dedi...

İki saat sonra eve döndüğünde...

VI

Başlangıçta ölüm vardı. Her şey karanlıktı ve zaman yoktu ve bahçe yoktu ve iki çocuk boz renkli toprakta birer toz tanesiydiler ve böyle olduklarından haberleri yoktu ve sonra bir çukur oluştu ve o çukurun için suyla doldu ve sonra ağaçlar çıktı ortaya ve o ağaçların üzeri meyvelerle doldu ve sonra suyun içinde ve karada hayvanlar belirdi ve sonra toz tanelerine nefes verildi ve çocuklar çıktı ortaya ve yüzmeye başladılar ve ağaçlardaki meyveleri yemeye ve sudan içmeye ve hayvanların sütünü içmeye ve etlerini yemeğe ve çocuklar büyüdüler ve cinselliği keşfettiler ve kendilerinin çocukları oldu ve eğleniyorlardı ve gamsızdılar ve hep böyle olacak zannediyorlardı ki...

Çocuklarından biri diğerini öldürdü.

Cinsellik insanlığın en büyük keşfiyse, ölüm de keşfetmediği, ama geliştirilmesine en çok katkıda bulunduğu buluştur. Ölen yakınının geri gelemeyeceğini anladığı andan itibaren ona ağıtlar yakmaya başlamış, ağlamış üzülümüştür insanoğlu, ama bu onu, ölümü intikam, yok etme hatta kimi zaman içinden çıkılmaz durumlarda kendi için kullanma gerçeğini görmekten alıkoymamıştır. Taş, sopa, balta, ip, ok, tabanca, tüfek, top ile başlayan öldürme sanatı, bir kişiyi öldürmek tatmin etmez hâle geldiğinde kitleleri yok etmek için geliştirilen silahların bulunmasına yol açmıştır.

Ama insanoğlu ölmek için mutlaka kalbin durması, nefes alınmaması gerekmediğini, en acı ölümün yaşarken ölmek, yaşamak zorunda olmaya rağmen kendini ölü hissetmek olduğunu yeni yeni kavramaktadır.

Erkek eve dönüp kapıyı açtığı an, kadının gittiğini anladı. Katı bir yokluktu kadının geride bıraktığı. Sadece gitmekle kalmamış, sanki kokusunu, büyüsünü de götürmüştü giderken ve adam bir gün öncesine dek uzaktayken de onu soluyabiliyorken, şimdi görüntüsünü gözlerinin önünde canlandıramıyordu bile. Sanki ilk defa geldiği bir evdeydi ve önceden kadınla gelmediği, orayı kadınla birlikte yaşamadığı için yabancılığını atamıyordu üzerinden. Bildiği duvarlara, salondaki kanepeye, koltuklara, yatak odasına tanımadık gözlerle baktı. Zorla götürüldüğü, ondan başka kimsenin gitmediği, sergilenenlerin bakmaya değmez olduğu bir müzedeymiş gibi hissetti kendini. Evdeki her şey üstüne gelmeye başladı. “Boğuluyorum,” dedi kendine, “bu solukluk, karaktersiz eşyalar, renksizlik nefes almamı engelliyor.” Başı dönmeye başladı, en yakınındaki koltuğa oturdu. “Uyuyabilsem ne iyi olur,” diye düşündü. Bunu düşündüren beyniydi; farkında değildi ama kalbi eve girdiği an çarpmayı bırakmıştı, bedeni sadece bir ağırlıktı; en yakınındaki koltuğa attı kendini. Az sonra mutlak karanlıkta bir uykuya dalmıştı.

Çağlayanların üzerinden atladı uykusunda. Adı bilinmeyen ülkelere gitti. Gizli, kimsenin bilmediği dehlizlere girdi. Labirentlerde dolaştı. Arslanlarla savaştı çöllerde. Sessizliğin yankısını dinledi. Çığlıklar attı kimsenin duymadığı. Sevgiler yaşadı, adını koyamadığı.

Kadın, yüzüğü gördüğünde beyniyle, kalbiyle, bedeniyle sessizliğe gömülmüştü. Oynamaktan hoşlandığı oyunda yeni kurallara uyum sağlayıp sağlamayacağını bilemiyordu. Şarkıyı dinlerken, erkeğin yazdıklarını okudu. Yüzüğü parmağına taktı, elini ileri uzattı, bir süre baktı. Sonra çıkarttı. İlk korkuyu da o an yaşadı, sanki yüzük yıllardır parmağındaydı ve şimdi, çıkarttığı an, elinde bir hafiflik, bir boşluk olmuştu. “Bu kadar kolay mı?” diye sordu kendine, “değişim saniyeden de kısa süren bir zamana mı bağlı?” Yüzüğün yuvarlaklığında, üzerindeki parlayan taşta erkeğin sevgisini, sevgisini sunuşunu, yumuşaklığını, sertliğini, tutkusunu, hatlarını, gülüşünü, gözlerini gördü. Korkusu arttı. Yardımcı olması, yol göstermesi için odada erkeği aradı gözleri. Uzun süredir ilk defa bir başına karar verme durumundaydı. Gözlerindeki yaşları hissettiğinde, “Seni, varlığına ağlayacak kadar seviyorum,” diye haykırdı boşluğa, içindeki fırtınayı erkeğe duvarların anlatacağını umarak. Çantasını aldı, kapıyı olabildiğince sessizce kapatarak evden çıktı. Kapının kapandığı an kalbinin de durduğunu çok sonra fark edecekti.

VII

İkisi de çocuktular, yaramazdılar, oyunbazdılar. Değişik yerlerden geldiler, bir noktada birbirlerini keşfettiler, oyunu bir süre birlikte sürdürdüler ve bitirmeden ayrıldılar. Büyümeleri farklı oldu. Değişik hayatlar yaşadılar. Deneyimleri farklıydı. Yaşananlar farklıydı. Ama ortak bir yönleri de vardı: birbirlerini ve oyunu birlikte oynamanın güzelliğini unutmamaları.

Bir koku hatırlattı oyunu onlara, nasıl olduğunu anlamadan bir melodi birbirlerini düşündürmeye başladı. Kimi zaman bir başkasının yansımasında birbirlerini gördüklerini sandılar. Uyandıktan sonra gerçek miydi diye düşündükleri rüyalarda gördüler birbirlerini. Bazen birbirlerinin varlıklarını o kadar yakında hissettiler ki, ellerinde olmadan arkalarına baktılar, sanki görebilecekmiş gibi. Var olmadıkları ama birbirlerini hissettikleri seneler geçti. Seneler boyunca beklenmedik bir anda beklenmedik bir yerde karşılaştıklarında neler söyleyeceklerini, karşılaştıkları saate, mekâna göre hayallerinde sayısız değişik senaryolarla yaşadılar. Ama, günün birinde kapısını çaldığında, erkeğin söylediği, en çılgın düşüncelerinde bile kadının aklına gelmemişti.

“Bir yerden tanışıyor muyuz?”

12 Eylül 2009 Cumartesi

OKUNMAMIŞ BİR KİTABIN EVİNDE


Çocukluğumu düşündüğümde aklıma ilk gelenlerden biri cumartesileri babamla birlikte gittiğim Bahariye’deki Opera sinemasında izlediğim Türk filmleri. Turist Ömer’in maceraları, Öztürk Serengil’in kendine özgü dili, Necdet Tosun’ın sevimliliği, Cevat Kurtuluş’un sakarlığı, Ayhan Işık’ın sertlik ve duygusallığı rollerinde birleştirciliği, Mehduh Alpar’ın “adab-ı muaşeret” kurallarını öğreticiliği, Ekrem Bora’nın, Kadir Savun’un kimi rollerinde ortaya çıkan acımasızlıkları, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik’in dişilikleri... Hepsi kendilerini bana Opera sinemasının karanlık salonunda tanıttılar. Hepsi farklı dünyalara götürdü beni. Hepsi uykuya geçmekte zorlandığım gecelerde beni sakinleştiren, gevşeten yoldaşlarım oldu. İşler ne kadar kötü giderse gitsin, sonuç hep iyi oluyordu Türk filmlerinde; en içinden çıkılmaz durumlarda bile bir mucize gerçekleşebiliyordu. Kış gecelerinde dışarıdan gelen uğultular, mahalle bekçisinin düdüğünün sesi, eski evdeki pencere gıcırtıları yedi sekiz yaşlarındaki çocuğun hayal gücünde ne kadar korkunçluğa bürünürlerse, saatler önce izlediğim siyah beyaz karakterler de korkmamam, her şeyin iyi olacağı yönünde o denli güvence veriyordu bana.

Benim gibi 1950’li yıllarda doğanlar Türk filmleriyle büyüdük, 80’lerde doğanlar televizyonla... Şimdiki nesil ise (maalesef) internetle büyüyor. Bizler Türk filmlerini sinemalarda izledik, bizden sonrakiler televizyon gösterimlerinden tanıdılar, şimdikiler internetten indirerek izleyebiliyorlar, tabii ilgililerse. Hangi nesil daha şanslı bilemiyorum... “Bizim zamanımızda...” diye başlayan cümlelerden nefret eden biri olarak, kendi çocukluk dönemimim şimdikinden daha iyi olduğu yönünde bir dizi kelime sıralayacak değilim, ama sinema salonlarının kendine özgü kokusunu, aralarda frigo, fruko, gazoz satıcısının yanına gidip ortası delik yirmi beş kuruşu uzatıp, “Abi bana bir fruko, portakallı olsun,” demek yerine, kucağa alınan dizüztü bilgisayarda film izlemek, arada gelen “messenger” uyarı sesiyle izlemeye ara vermek, biriyle anlamsız kelimelerle “chatleşmek” (nbr? nhbr? naslsn? İyym...) sanki o filme emek verenlere saygısızlık gibime geliyor.

Düşündükçe, kafamın içindeki sinema salonunun karanlığında, siyah beyaz yansımalarla dünyama giren fakir kız/zengin fabrikatörün çapkın (ama sonradan gerçek aşkı fakir kızda bulduğunu anlayacak olan) oğlu, içtiği gazoza bir şey karıştırılarak iffetini kaybeden, kimi zaman, “aşklarının meyvesini karnında taşyan,” genç kız, sevgililerin arasına giren kötü adam gibi birbirinin tekrarı temalar içinde, beni edebiyata yönlendiren filmlerin Ayşecik ve Ömercik filmleri olduğuna daha çok inanıyorum. Anne veya babasını bir yanlış anlaşma sonucu yitiren/tanımayan, üvey anne/baba tarafından aşağılanan, tesadüfen tanıştığı boyacı/terzi/temizliğe gelen kadınla, “Size baba (anne) diyebilir miyim amca (teyze)?” diye soracak kadar yakın olan, sonradan o kişinin gerçek annesi/babası olduğunu öğrenen yaşıtlarımızın başlarına gelen izlerken döktüğüm gözyaşlarıyla kağıt mendillerin olmadığı o yıllarda az kumaş mendil eskitmedim.

Koşullar yaşadığımız ülkede başarıya ulaşmayı ne kadar zorlaştırıyorsa, filmlerde de mutluluğa ulaşmak aynı derecede zordu; ama erişkinlerin haksız yere hapse düştüğü, iftiralarla hayatlarının karardığı filmlerin sonundaki mutluluğu beklemeyi pek sorun olarak görmüyordum, ne de olsa büyüktüler, başlarının çaresine bir şekilde bakarlardı. Ama Ayşecik, Ömercik? Çocuktular, başkalarına bağımlıydılar, isimlerinin sonundaki sevimlilik/acındırma eki ‘cik’ gibiydiler, zavallıydılar, mutlulukları kendi çabalarına değil başkalarına bağlıydı. Anne veya babasız büyüyorlardı, anne veya baba sevgisinden yoksundular, yaşamlarının bir parçası kendilerine sorulmadan ellerinden alınmışdı. Kendilerini hiç sevmeyen üvey ebeveynin merhametine mahkûmdular. İstedikleri değil, kendilerine sunulan yaşamı yaşamak zorundaydılar.

Kendi mutlu dünyamda, ablam, ağabeyim, annem, babam yanımdayken, orta odada yanan sobanın tatlı bir rehavet yaydığı evimde, radyoda tiyatroyu hep birlikte dinliyor, Macide Tanır’ın, Yıldırım Önal’ın o çok tanıdık seslerini duyuyor olmanın verdiği huzuru solurken, kimi zaman çevreme bakar, içlerinden biri olmasa, veya ben kendimi birden başka bir evde bulsam ne yaparım, diye düşünürdüm. Şimdilerde, düşündüğümün aslında, “Ne kadar üzülürdüm?” sorusuna yanıt aramak olduğunu biliyorum, yaşam boyunca kendime soracağım yanıtı olmayan sorular dizisinin ilkiydi belki de o soru. İnsan neye ne kadar üzüleceğini önceden belirleyemiyor; üzülüyor, sonrasında o üzüntünün başına çok veya az gibi sıfatlar koyuyor ve o üzüntü de getirdikleri, bıraktıkları ve götürdükleriyle bilinmeyen bir uyaranla bilinmeyen bir gelecekte hatırlanmak üzere anılar demetinde yerini alıyor.

Ama yaşamın istenmeden elinden alınma teması o kadar korkutucu gelmişti ki, bir yaz tatili öncesinde öğretmen okunacaklar listesinde, “Anne Frank’ın hatıra defteri,” isimli kitabı önerip konusunun ufak bir kızın savaşta kendi isteği dışında bir sene süreyle saklanmak zorunda kaldığı yerdeki anıları olduğunu söylediği an, o kitabı asla okumayacağımı biliyordum. Jules Verne’nin bana dünyayı gezdiren kitaplarını okuyarak girdiğim edebiyat dünyasında kimse bana acı verecek yazılar okutamaz gibi katı bir söylem edinmiştim kendime.

Yıllar içinde edebiyatla, edebiyat bir yana insanla içiçe yaşam sürmeye başladıktan, karakterlerin en az dört isimli olduğu Rus edebiyattıyla cebelleştikten, Sait Faik aracılığıyla basit insanların da öykülerinin anlatılabileceğini öğrendikten, Aziz Nesin ile mizahın en etkin muhalefet olduğunu anladıktan sonra bile Anne Frank’ı okumadım. Ayşecik filmlerinden sonra kendime sorduğum, “Ne kadar üzülürüm?” sorusu, Anne Frank için, “Okursam ne kadar hüzünlenirim’e?” dönüşmüştü.

Okuyarak, yazarak, yazmayı düşünerek yıllar geçti. Ve günlerden bir gün, kendimi Amsterdam’da, dilimize ilk olarak, “Bir genç kızın hatıra defteri” adıyla çevrilen anıların yazıldığı kentte ama yazarının adını bile düşünmeden yürürken buldum. Onlarca kanalı birbirine birleştiren sokaklarda, nereye gittiğimi bilmeden, amaçsız bir şekilde dolaşırken oldukça ufak bir tabela çarptı gözüme: “Anne Frank Huis.”
Kentteki her ev gibi, dışarıdan bakıldığında içeride yaşananları ele vermeyen bir evdi. Özelliği olmayan bir kapı, herhangi bir evde görebileceğim kimisi açık, kimisi kapalı pencereler, o kadar. Belki başka özelliği de vardı evin, anımsamıyorum; bildiğim dıştan bakarken de evin içini görmeye çalıştığım, beynimin bir yarısı, “Gir ve gez, bir daha ne zaman buraya geleceksin ki,” derken, diğer yarısının yaşamaktan korktuğum üzüntü ve hüznü hatırlattığı. Sonra ayaklarım benden bağımsız olarak eve doğru yürüdüler.

Anne Frank ve ailesinin kaldığı bölüme kitaplıkla gizlenmiş bir geçitten giriliyor. Basık, aşırı küçük bir yer değil. Bir kat ve onun üzerindeki çatı katı. Katlar arasındaki merdivenler olabildiğince dik. Tüm pencereler siyah kağıtlarla kaplı.

İki sene süreyle orada yaşamak zorunda bırakılmışlar...

Gündüzleri en ufak bir ses çıkartmamaları gerekiyormuş... Buna orada kalan herkesin uymuş.

Sadece duvarlar var...

Ve de duvarlarda, Anne’nın, on altı yaşında, ilk gençliğini asla yaşayamayacak olan bir çocuğun, o zamanki gazetelerden kesip yapıştırdığı artist fotoğrafları hâlâ ilk günkü gibi yapıştrılmış olarak duruyor.

Yatak yok, masa yok, görecek hiç bir şey yok; yakalanmalarından, evdeki hemen her şey naziler tarafından alındıktan, aileden tek sağ kalan baba oraya döndükten, yıllar içinde evin müze adı konmadan ziyaretçilere açılmasına karar verildikten sonra, babanın isteği üzerine, bazılarının nerede olduğu bilinmesine karşın, orada yaşadıkları dönemde kullandıkları kişisel eşyalar sergilenmemiş.

Sadece duvar görüyor insan ve duvarlar insanı anlatıyor. 16 yaşındaki bir kızı kokluyor insan o evde, ailesini korumak isteyen babayı, umudunu yitirmemek isteyen insanların kokusunu, kendilerine neyin neden yapıldığını anlamayan insanların sorularını, ürkekliklerini, korkularını görüyor. Koşmak , oynamak istemesine rağmen bunu yapamayan çocukların uyumunu hissediyor. Yanıtsız soruların ne kadar çok sorulabileceğini ve her yanıtsızlığın aslında bir cevap olduğunu fark ediyor. Sessiz kalmanın hayat kurtarıcı olduğu kadar, gerektiği zamanda sesini çkartmamanın da ne kadar hayat yok edici olduğunu görüyor. Dünyanın tek bir deli tarafından mahvedebilecek kadar basit olduğunu görüyor. Ve umudun insanı yaşatabileceğini...

Duvarlar, hiç resim olmadan, odalar içlerinde hiç eşya olmadan bir yaşamı anlatabiliyorlarmış. Yıllar önce 19 yaşındayken ölmüş bir insan, kendisinden yıllar sonra doğmuş, bugün 53 yaşında, yaşamım iyi geçti ama bir sürü zorluk da atlattım, savaş verdim bu noktaya gelebilmek için diyen birine, savaş dediği olayların aslında hiçbir şey olduğunu öğretebiliyormuş.
Duvarlara dokundum Anne Frank’ın evinde, bir zamanlar orada yaşayanların dokunduğu duvarlara. Pencerelerdeki siyah bantlardan dışarıyı görmeye çalıştım, loş ışıkta sadece kendi yansımamdan başka bir şey görmeyi beceremeden. Anne babasıyla neler konuşurdu, neler isterdi, diye düşündüm; böyle bir durumda ben ne yapardım diye nafile düşünerek. Koşamazdı bile, saklandıkları evin hemen yanındaki imalathanede çalışan almanlar ayak seslerini duyarlardı. İki sene süreyle kısık sesle konuşmak, parmak uçlarında yürümek, hatta gerekmedikçe konuşmamak, yürümemek... Oyunlarını sadece hayallerinde oynamak. Hayallerini uyaracak tek şeyin beyni olması. Kendisinden alınan bir yaşamı, neden alındığını, neler olduğunu anlamadan kabullenmek zorunda kalmak...

Yıllardır yapmaktan çekindiğim şeyi yaptım; çıkışta Anne Frank’ın kitabımı aldım. Rastgele bölümler açıp okumaya başladım.3 kasım 1943 tarihinde, “Evdeki büyükler kimi zaman iki yıldır kapalı duran koyu perdelerin arasından dışarıyı gözetlemekten kendilerini alamıyorlar. Sonuç: biri, fırtına yaklaşıyor, diyor. Diğeri, ne fark eder, ne önemi var ki? diye yanıtlıyor. Kimse önemsemeyecek, kimse fark etmeyecek, kimse duymayacak. İlgisizlik böyle başlıyor işte... Söylemesi kolay, ama böyle mi olmalı?” diye yazmış.

Evin çıkışında Anne Frank’ın yaşamından resimler vardı, 26 adet resim. Hemen hepsinde gülüyordu, hemen hepsinde umut vardı, hepsinde mutlu bir çocuk vardı. Evin değişik yerlerinde güncesinden alınan kimi tümceler de umut doluydu, kimileriyse anlamazlık kelimeriyle... Bir resimde Anne okuldaki arkadaşlarıylaydı, bir diğerinde ailesiyle bir düğüne gidiyorlardı. Birinde elinde balon vardı, bir başkasında bir parkta oynuyordu. Ablasıya verdiği pozlar vardı, annesiyle, kardeşleriyle çekilmiş resimleri vardı.Bir deli tarafından yok edilmiş, 26 fotoğrafta özetlenen kısa bir yaşam. Ve resimlerin yanındaki duvarda bir not: Anne Frank 1945’de, Bergen-Belsen toplama kampında olasılıkla Şubat sonu Mart başında tifodan öldü. Mezarının yeri bilinmiyor.

Dışarı çıktığımda yüremiyordum. Birkaç adım attım, sonra oradan uzaklaşmak istemediğimi fark ettim, geri döndüm, eve dışarıdan baktım. Her ev gibi içinde yaşananları dışarı vurmayan bir evdi. Sadece artık Anne Frank’ın orada yaşamış olduğunu biliyorum, dedim kendime. Sonra da hemen düzelttim kendimi, yaşamış olduğunu değil, yaşamakta olduğunu, diye.