12 Eylül 2009 Cumartesi

OKUNMAMIŞ BİR KİTABIN EVİNDE


Çocukluğumu düşündüğümde aklıma ilk gelenlerden biri cumartesileri babamla birlikte gittiğim Bahariye’deki Opera sinemasında izlediğim Türk filmleri. Turist Ömer’in maceraları, Öztürk Serengil’in kendine özgü dili, Necdet Tosun’ın sevimliliği, Cevat Kurtuluş’un sakarlığı, Ayhan Işık’ın sertlik ve duygusallığı rollerinde birleştirciliği, Mehduh Alpar’ın “adab-ı muaşeret” kurallarını öğreticiliği, Ekrem Bora’nın, Kadir Savun’un kimi rollerinde ortaya çıkan acımasızlıkları, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik’in dişilikleri... Hepsi kendilerini bana Opera sinemasının karanlık salonunda tanıttılar. Hepsi farklı dünyalara götürdü beni. Hepsi uykuya geçmekte zorlandığım gecelerde beni sakinleştiren, gevşeten yoldaşlarım oldu. İşler ne kadar kötü giderse gitsin, sonuç hep iyi oluyordu Türk filmlerinde; en içinden çıkılmaz durumlarda bile bir mucize gerçekleşebiliyordu. Kış gecelerinde dışarıdan gelen uğultular, mahalle bekçisinin düdüğünün sesi, eski evdeki pencere gıcırtıları yedi sekiz yaşlarındaki çocuğun hayal gücünde ne kadar korkunçluğa bürünürlerse, saatler önce izlediğim siyah beyaz karakterler de korkmamam, her şeyin iyi olacağı yönünde o denli güvence veriyordu bana.

Benim gibi 1950’li yıllarda doğanlar Türk filmleriyle büyüdük, 80’lerde doğanlar televizyonla... Şimdiki nesil ise (maalesef) internetle büyüyor. Bizler Türk filmlerini sinemalarda izledik, bizden sonrakiler televizyon gösterimlerinden tanıdılar, şimdikiler internetten indirerek izleyebiliyorlar, tabii ilgililerse. Hangi nesil daha şanslı bilemiyorum... “Bizim zamanımızda...” diye başlayan cümlelerden nefret eden biri olarak, kendi çocukluk dönemimim şimdikinden daha iyi olduğu yönünde bir dizi kelime sıralayacak değilim, ama sinema salonlarının kendine özgü kokusunu, aralarda frigo, fruko, gazoz satıcısının yanına gidip ortası delik yirmi beş kuruşu uzatıp, “Abi bana bir fruko, portakallı olsun,” demek yerine, kucağa alınan dizüztü bilgisayarda film izlemek, arada gelen “messenger” uyarı sesiyle izlemeye ara vermek, biriyle anlamsız kelimelerle “chatleşmek” (nbr? nhbr? naslsn? İyym...) sanki o filme emek verenlere saygısızlık gibime geliyor.

Düşündükçe, kafamın içindeki sinema salonunun karanlığında, siyah beyaz yansımalarla dünyama giren fakir kız/zengin fabrikatörün çapkın (ama sonradan gerçek aşkı fakir kızda bulduğunu anlayacak olan) oğlu, içtiği gazoza bir şey karıştırılarak iffetini kaybeden, kimi zaman, “aşklarının meyvesini karnında taşyan,” genç kız, sevgililerin arasına giren kötü adam gibi birbirinin tekrarı temalar içinde, beni edebiyata yönlendiren filmlerin Ayşecik ve Ömercik filmleri olduğuna daha çok inanıyorum. Anne veya babasını bir yanlış anlaşma sonucu yitiren/tanımayan, üvey anne/baba tarafından aşağılanan, tesadüfen tanıştığı boyacı/terzi/temizliğe gelen kadınla, “Size baba (anne) diyebilir miyim amca (teyze)?” diye soracak kadar yakın olan, sonradan o kişinin gerçek annesi/babası olduğunu öğrenen yaşıtlarımızın başlarına gelen izlerken döktüğüm gözyaşlarıyla kağıt mendillerin olmadığı o yıllarda az kumaş mendil eskitmedim.

Koşullar yaşadığımız ülkede başarıya ulaşmayı ne kadar zorlaştırıyorsa, filmlerde de mutluluğa ulaşmak aynı derecede zordu; ama erişkinlerin haksız yere hapse düştüğü, iftiralarla hayatlarının karardığı filmlerin sonundaki mutluluğu beklemeyi pek sorun olarak görmüyordum, ne de olsa büyüktüler, başlarının çaresine bir şekilde bakarlardı. Ama Ayşecik, Ömercik? Çocuktular, başkalarına bağımlıydılar, isimlerinin sonundaki sevimlilik/acındırma eki ‘cik’ gibiydiler, zavallıydılar, mutlulukları kendi çabalarına değil başkalarına bağlıydı. Anne veya babasız büyüyorlardı, anne veya baba sevgisinden yoksundular, yaşamlarının bir parçası kendilerine sorulmadan ellerinden alınmışdı. Kendilerini hiç sevmeyen üvey ebeveynin merhametine mahkûmdular. İstedikleri değil, kendilerine sunulan yaşamı yaşamak zorundaydılar.

Kendi mutlu dünyamda, ablam, ağabeyim, annem, babam yanımdayken, orta odada yanan sobanın tatlı bir rehavet yaydığı evimde, radyoda tiyatroyu hep birlikte dinliyor, Macide Tanır’ın, Yıldırım Önal’ın o çok tanıdık seslerini duyuyor olmanın verdiği huzuru solurken, kimi zaman çevreme bakar, içlerinden biri olmasa, veya ben kendimi birden başka bir evde bulsam ne yaparım, diye düşünürdüm. Şimdilerde, düşündüğümün aslında, “Ne kadar üzülürdüm?” sorusuna yanıt aramak olduğunu biliyorum, yaşam boyunca kendime soracağım yanıtı olmayan sorular dizisinin ilkiydi belki de o soru. İnsan neye ne kadar üzüleceğini önceden belirleyemiyor; üzülüyor, sonrasında o üzüntünün başına çok veya az gibi sıfatlar koyuyor ve o üzüntü de getirdikleri, bıraktıkları ve götürdükleriyle bilinmeyen bir uyaranla bilinmeyen bir gelecekte hatırlanmak üzere anılar demetinde yerini alıyor.

Ama yaşamın istenmeden elinden alınma teması o kadar korkutucu gelmişti ki, bir yaz tatili öncesinde öğretmen okunacaklar listesinde, “Anne Frank’ın hatıra defteri,” isimli kitabı önerip konusunun ufak bir kızın savaşta kendi isteği dışında bir sene süreyle saklanmak zorunda kaldığı yerdeki anıları olduğunu söylediği an, o kitabı asla okumayacağımı biliyordum. Jules Verne’nin bana dünyayı gezdiren kitaplarını okuyarak girdiğim edebiyat dünyasında kimse bana acı verecek yazılar okutamaz gibi katı bir söylem edinmiştim kendime.

Yıllar içinde edebiyatla, edebiyat bir yana insanla içiçe yaşam sürmeye başladıktan, karakterlerin en az dört isimli olduğu Rus edebiyattıyla cebelleştikten, Sait Faik aracılığıyla basit insanların da öykülerinin anlatılabileceğini öğrendikten, Aziz Nesin ile mizahın en etkin muhalefet olduğunu anladıktan sonra bile Anne Frank’ı okumadım. Ayşecik filmlerinden sonra kendime sorduğum, “Ne kadar üzülürüm?” sorusu, Anne Frank için, “Okursam ne kadar hüzünlenirim’e?” dönüşmüştü.

Okuyarak, yazarak, yazmayı düşünerek yıllar geçti. Ve günlerden bir gün, kendimi Amsterdam’da, dilimize ilk olarak, “Bir genç kızın hatıra defteri” adıyla çevrilen anıların yazıldığı kentte ama yazarının adını bile düşünmeden yürürken buldum. Onlarca kanalı birbirine birleştiren sokaklarda, nereye gittiğimi bilmeden, amaçsız bir şekilde dolaşırken oldukça ufak bir tabela çarptı gözüme: “Anne Frank Huis.”
Kentteki her ev gibi, dışarıdan bakıldığında içeride yaşananları ele vermeyen bir evdi. Özelliği olmayan bir kapı, herhangi bir evde görebileceğim kimisi açık, kimisi kapalı pencereler, o kadar. Belki başka özelliği de vardı evin, anımsamıyorum; bildiğim dıştan bakarken de evin içini görmeye çalıştığım, beynimin bir yarısı, “Gir ve gez, bir daha ne zaman buraya geleceksin ki,” derken, diğer yarısının yaşamaktan korktuğum üzüntü ve hüznü hatırlattığı. Sonra ayaklarım benden bağımsız olarak eve doğru yürüdüler.

Anne Frank ve ailesinin kaldığı bölüme kitaplıkla gizlenmiş bir geçitten giriliyor. Basık, aşırı küçük bir yer değil. Bir kat ve onun üzerindeki çatı katı. Katlar arasındaki merdivenler olabildiğince dik. Tüm pencereler siyah kağıtlarla kaplı.

İki sene süreyle orada yaşamak zorunda bırakılmışlar...

Gündüzleri en ufak bir ses çıkartmamaları gerekiyormuş... Buna orada kalan herkesin uymuş.

Sadece duvarlar var...

Ve de duvarlarda, Anne’nın, on altı yaşında, ilk gençliğini asla yaşayamayacak olan bir çocuğun, o zamanki gazetelerden kesip yapıştırdığı artist fotoğrafları hâlâ ilk günkü gibi yapıştrılmış olarak duruyor.

Yatak yok, masa yok, görecek hiç bir şey yok; yakalanmalarından, evdeki hemen her şey naziler tarafından alındıktan, aileden tek sağ kalan baba oraya döndükten, yıllar içinde evin müze adı konmadan ziyaretçilere açılmasına karar verildikten sonra, babanın isteği üzerine, bazılarının nerede olduğu bilinmesine karşın, orada yaşadıkları dönemde kullandıkları kişisel eşyalar sergilenmemiş.

Sadece duvar görüyor insan ve duvarlar insanı anlatıyor. 16 yaşındaki bir kızı kokluyor insan o evde, ailesini korumak isteyen babayı, umudunu yitirmemek isteyen insanların kokusunu, kendilerine neyin neden yapıldığını anlamayan insanların sorularını, ürkekliklerini, korkularını görüyor. Koşmak , oynamak istemesine rağmen bunu yapamayan çocukların uyumunu hissediyor. Yanıtsız soruların ne kadar çok sorulabileceğini ve her yanıtsızlığın aslında bir cevap olduğunu fark ediyor. Sessiz kalmanın hayat kurtarıcı olduğu kadar, gerektiği zamanda sesini çkartmamanın da ne kadar hayat yok edici olduğunu görüyor. Dünyanın tek bir deli tarafından mahvedebilecek kadar basit olduğunu görüyor. Ve umudun insanı yaşatabileceğini...

Duvarlar, hiç resim olmadan, odalar içlerinde hiç eşya olmadan bir yaşamı anlatabiliyorlarmış. Yıllar önce 19 yaşındayken ölmüş bir insan, kendisinden yıllar sonra doğmuş, bugün 53 yaşında, yaşamım iyi geçti ama bir sürü zorluk da atlattım, savaş verdim bu noktaya gelebilmek için diyen birine, savaş dediği olayların aslında hiçbir şey olduğunu öğretebiliyormuş.
Duvarlara dokundum Anne Frank’ın evinde, bir zamanlar orada yaşayanların dokunduğu duvarlara. Pencerelerdeki siyah bantlardan dışarıyı görmeye çalıştım, loş ışıkta sadece kendi yansımamdan başka bir şey görmeyi beceremeden. Anne babasıyla neler konuşurdu, neler isterdi, diye düşündüm; böyle bir durumda ben ne yapardım diye nafile düşünerek. Koşamazdı bile, saklandıkları evin hemen yanındaki imalathanede çalışan almanlar ayak seslerini duyarlardı. İki sene süreyle kısık sesle konuşmak, parmak uçlarında yürümek, hatta gerekmedikçe konuşmamak, yürümemek... Oyunlarını sadece hayallerinde oynamak. Hayallerini uyaracak tek şeyin beyni olması. Kendisinden alınan bir yaşamı, neden alındığını, neler olduğunu anlamadan kabullenmek zorunda kalmak...

Yıllardır yapmaktan çekindiğim şeyi yaptım; çıkışta Anne Frank’ın kitabımı aldım. Rastgele bölümler açıp okumaya başladım.3 kasım 1943 tarihinde, “Evdeki büyükler kimi zaman iki yıldır kapalı duran koyu perdelerin arasından dışarıyı gözetlemekten kendilerini alamıyorlar. Sonuç: biri, fırtına yaklaşıyor, diyor. Diğeri, ne fark eder, ne önemi var ki? diye yanıtlıyor. Kimse önemsemeyecek, kimse fark etmeyecek, kimse duymayacak. İlgisizlik böyle başlıyor işte... Söylemesi kolay, ama böyle mi olmalı?” diye yazmış.

Evin çıkışında Anne Frank’ın yaşamından resimler vardı, 26 adet resim. Hemen hepsinde gülüyordu, hemen hepsinde umut vardı, hepsinde mutlu bir çocuk vardı. Evin değişik yerlerinde güncesinden alınan kimi tümceler de umut doluydu, kimileriyse anlamazlık kelimeriyle... Bir resimde Anne okuldaki arkadaşlarıylaydı, bir diğerinde ailesiyle bir düğüne gidiyorlardı. Birinde elinde balon vardı, bir başkasında bir parkta oynuyordu. Ablasıya verdiği pozlar vardı, annesiyle, kardeşleriyle çekilmiş resimleri vardı.Bir deli tarafından yok edilmiş, 26 fotoğrafta özetlenen kısa bir yaşam. Ve resimlerin yanındaki duvarda bir not: Anne Frank 1945’de, Bergen-Belsen toplama kampında olasılıkla Şubat sonu Mart başında tifodan öldü. Mezarının yeri bilinmiyor.

Dışarı çıktığımda yüremiyordum. Birkaç adım attım, sonra oradan uzaklaşmak istemediğimi fark ettim, geri döndüm, eve dışarıdan baktım. Her ev gibi içinde yaşananları dışarı vurmayan bir evdi. Sadece artık Anne Frank’ın orada yaşamış olduğunu biliyorum, dedim kendime. Sonra da hemen düzelttim kendimi, yaşamış olduğunu değil, yaşamakta olduğunu, diye.

Hiç yorum yok: