10 Eylül 2008 Çarşamba

BEYOĞLU


Beyoğlu insanı hem sahiplenen hem de dışlayan bir belde. Günün her saatindeki kalabalıklığı, insan tiplerinin çokluğu, karmaşası, gürültüsü, renkliliğiyle her dem çekici. Hemen herkes, nereden ve ne amaçla gelmiş olursa olsun, ortada kendini bulabiliyor; kendinden, yabancı olmadığı bir parça keşfedebiliyor. O an’la, o parçayı gördüğü/yeniden tanıştığı/algıladığı/ duyumsadığı an’la hemken iletişime geçiyor ve sanıyor ki, o an’a sahip olduğu anda, kentin de sahibi olacak. Karakedi plakçısından dışarı fırlayan bir melodi onu geldiği yere götürüyor; götürürken de beraberinde nice anıyı sunuyor beraberinde. O anı labirentinde, yabancı bir yerde tam kendini bildik bir yerde ve güvende hissetmeye başlamışken insan, birden detaylar değişiveriyor. Biri çarpıyor yürürken, biri ayağa basıyor, biri yüksek sesle bağırmaya başlıyor, bir yerlerden bir koku geliyor, az ilerideki Mefisto’dan bambaşka bir müzik yayılmaya başlıyor ve her tını, her adım, insanların üzerindeki her manto, şapka, kaşkol, bere birden anılar bütünlüğünü bozmaya başlıyor. Bu, kentin, yaşayanlarına oynadığı oyunların en basiti: tam bir yere ait hissettirmişken, birden dışlaması – yalnız olduğunu, tek başına olduğunu algılatması.
İnsan kendini güvende hissettiği yerleri sahiplenmeye meyillidir. Orasıyla özdeşleştirir kendini. Her şeyi kendinden bir parça olarak görmeye başlar, her parçanın da kendinin olduğunu sanır. Beyoğlu ise oyuncudur, sahiplenilmeye izin vermez, tuzaklarla doludur. Birden en uysal kadın gibi kollarını açar, gel bana der, sarıl bana, sık beni, başını omzuma yasla; mutluluğu, huzuru, sakinliği sunacağım sana. Yumuşar insan Beyoğlu karşısında, yollarının pis olduğunu görür, ama burası Beyoğlu, der. Kaosunu yaşar, başka Beyoğlu yok, der. Saray muhallebicisinin vitrinidir insana güvence veren, Çiçek pasajının keşmekeşidir insanı rahatlatan. Emek sinemasının yanlara doğru açılan perdeleridir insana kendini evinde hissettiren. Kapanmış olan Atlas sinemasının yerinde yine o sinemayı görebilmektir kişiye “görebiliyorum, öyleyse hâlâ varım,” dedirten. Değişik pasajlarındaki yozlaşmaya karşın, tarihten gelen kokusudur, insana yıllardır var olduğunu hissettiren. Beyoğlu geçmişi ve geleceği, aynı zaman diliminde; bugünde, o an’da yaşatmayı beceren beldedir. Beyoğlu özlenendir, Beyoğlu ulaşılmak istenendir, Beyoğlu gerçekteki hayal, hayaldeki gerçektir.
Ama…
Beyoğlu bir yandan ‘ama’larla doludur. Yıllardır nicelerine açmıştır kendini ama bakiredir, dokunulmak istemez. Her an insana sunacak dokunulmamış, ellenmemiş, açılmamış bir yeri vardır. Konuşmaya hazırdır ama sırlarla doludur, gizemler saklar derinliklerinde. Her konuşulduğunda bir sırrını açıklar ama her açıkladığı sır, bir başka sırrın olduğunu söyler. Keşfedilmeyi bekleyen Atlantis gibidir, bir zamanlar var olduğuna dair her türlü kanıtı gösterir ama her kanıt bir daha keşfedilemeyeceğinin göstergesidir sanki. Kaprisli bir oyuncudur Beyoğlu; takdir edilmek ister ama fazla alkışlandığında, o kadar da iyi değildim der. Alkışlanmazsa da bozulur, beğenilmediğini sanır ve küser. İlk karşılaşıldığında Beyoğlu insana “Bir bahar akşamı rastladım size / daha önceleri neredeydiniz?” gibilerden bir tını söyler ama eşlik edilmeye kalkıldığında insan ağzından “şimdi uzaklardasın”ın nağmelerinin döküldüğünü görüp şaşar.
Beyoğlu kimi zaman, bilhassa kapalı havalarda, elektrikler yokken, ortalığı sadece ay ışığı aydınlatıyorken, ‘ama’asındaki a’ların başına şapka giyer; o zaman gerçekten kör olur. Görmez etrafını, olup bitenleri. Duygulara, hissedişlere kapatır kapılarını, söylenenleri de duymaz olur. İnsan o zamanlar ulaşamaz Beyoğlu’na; yine oradadır, onladır ama tümüyle bir yabancıdır artık. Ne anılarını anımsayabilir, ne bugünü yaşar, ne geçmişi düşünür, ne de geleceği planlayacak güç bulur kendinde. Boşlukta asılmış gibidir, kendini boşluktan kurtaramayacak gibidir. Anlayamaz önce ne olduğunu, bunca zamandır sevdiği, iletişime girdiği, aşk yaşadığını zannettiği Beyoğlu’nun neden böyle davrandığını çözümleyemez. Aslında yanıtı da yoktur sorularının, Beyoğlu öyle istemiştir sadece; ve açıklama yapmak zorunda da hissetmez kendini.
Bir hermafrodittir Beyoğlu, hem kadın hem de erkek; hem bir amazon, hem de en cilveli sevgili; hem sadece aşil kemiğinden yaralanabilen bir Truva savaşçısı, hem de hiç zırhı olmayan bir yer; hem aydınlıkların kraliçesi, hem de karanlıkların prensi; hem ısıtan güneş, hem de üşüten ayaz; hem koruyucu, hem de korunmaya en muhtaç olan; sessizlikte vahşi geceler yaratabilen ama en korkulu anda sakin kalabilen; hem kaçan hem de kovalayan; av tanrıçası Diana olan ama kendi de av olabilen.
Bir tutkudur Beyoğlu, hem fırtınalı bir hava, hem dalgalı bir deniz, hem doğan güneş, hem tan ağartısı, hem de mehtap olabilen.

BULANIK ADAM - ÖYKÜ


Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
“Belki durduğu yerdendir.”
“Durumunun farkında mı acaba?”
“El sallayalım.”
“Neden?”
“Onu uyarmak için.”
Uyarmak? Neye karşı, kime karşı?
Buraya geldiğinde unutmayı umuyordu, yaşanmış olan koca bir geçmişi ve kendini. Belki de yaşanmamış olanı unutmaktı isteği. Kendini sessizlik, bulanıklık konuma çekmeden uzun süre önce bir konuşmamızda “Yaşananla yaşanmayan arasındaki fark nedir ki?” demişti. “Yaşananlar için, ‘keşke yaşanmasaydı,’ yaşanmayanlar için de, ‘keşke yaşansaydı,’ denilen anlar yok mu? Başkasından duyduğumuz bir olayı üçüncü kişiye birinci tekil şahıs olarak naklettiğimiz zaman yaşanmamışı hemzaman olarak yaşıyor ve anlatıyor olmuyor muyuz? Yaşanmamışla yaşanmışların sarmal olduğu bir yaşam değil mi sürdürdüğümüz?
“Yaşanmışı unutmak mı yoksa yaşanmamışı anımsamak mı daha zor? Yaşanmış gün geliyor unutuluyor, sadece bir kelime olarak kalıyor, ‘annem şu tarihte ölmüştü,’ bir müddet sonra ‘rahmetli annem’e dönüşüyor. Ölüm, tarih belirtilerek anımsandığında kişilik kazanıyor, o gün anneye ait bir gün oluyor; yaşarken tüm insanların ortak özelliği olan sahip olma duygusu, anneye öldükten sonra, hiç kimsenin sahip olamadığı bir olgu –zaman- olarak veriliyor. Aynen yaşarken de olduğu gibi, ‘zaman’ kişiye en gereksinimi olmadığı boyutta veriliyor: ‘Bugün senin günün anne. Bugün ölüm günün. Bugünü al epe tepe kullan!’ ”
Yaşamın, zaman faktörüyle birlikte insanlara oyun oynadığına inanırdı hep. Yaşadıklarını, günün tarihi ile belirlenen rakamsal simgelerle sınırlar, dakikalar, saatler, günler, aylar içine hapseder; sonrasında başka tarihlerde olan olaylarla unutmaya çalışır, daha sonra unuttuklarını anımsamak için neden yaratır; anımsandıktan sonra duruma göre üzüntü, sevinç, hüzün, utanma, neşelenme, mutlu olma, kahkahalar atma, ağlama gibi değişik duyguların esiri olur ve yeniden kısır döngünün içine girerdi: başka bir olay, hatırlanması gereken bir başka tarih, onu unutturan yeni olaylar, yeni tarihler...
Bulanık olmayı seçmesi de yaşam ve zamanın duygularına da hükmettiklerine, olayları tarihlerinin yanı sıra duygularla da anımsadığına, bunun kendisini sınırladığına, özgürlüğünü yitirmesine neden olduğuna inanmasıyla başlamıştı.. Başlangıçta yaşam ve zamanın anımsattıklarından kaçışı anımsadığı olayı farklı şekilde yorumlayarak yapıyordu; “Hayır öyle demek istememiştim,” (kaçış cümlesi), “Hayır onu demek istememişti, ama onun da sorunları var olabilir, o yüzden böyle davranmıştır,” (üzülmemek için söylediği anlayış cümleleri), “Gelecek sefere daha dikkatli olacağım,” (kendine söylediği yenilgiyi kabullenme cümlesi).
Yaşam ve zamanın hayatını, yaşadıklarını, duygularını bu denli kontrolleri altında tuttuklarını algıladığı anda da çıkışın yaşanmamışları geçmişinin bir parçası yapmak olduğuna karar verdi.
“O kadar kolay ki,” diyordu, “yaşanmamışı anımsamak sadece hayal gücümün ne kadar geniş olduğuna bağlı. Yaşamadığım tüm sevgiler, tüm ilişkiler, söylemediğim tüm sözler, kullanmadığım tüm kelimeler, gitmediğim tüm mekânlar; mutluluklar, kadınlar, erkekler, zevkler, binmediğim arabalar, yazmadığım kitaplar, koklamadığım çiçekler, sulamadığım çimenler, altında kimseyi öpmediğim sokak lambaları, içinde huzurla uyumadığım yataklar, ten tene yaşamadığım gecenin sonrasındaki sabahlar; rüzgar, yağmur, bulut, kar, güneş, fırtına; tüm yeşillikler, turuncular, kırmızılar... her şey düş dünyamı ne kadar etkin kıldığıma bağlı. Aslında amacım ne biliyor musun?”
Bilmediğimi söylemiştim.
“Başkalarının deneyimlerini, onların çektiği acıları çekmeden sahiplenmek...”
Günün birinde, zaman denilen kavramı etkisiz hale getirmek için okuduğu bir kitaptan esinlenerek saatleri tersine çalıştırmaya karar verdiğini söyledi. Bunun için yaşanan zamanın dışına çıkmalıydı, tüm saatler, insanlar zaman kavramını geliştirdiklerinden beri aynı şekilde ve aynı sürelerle ileri gittiğine göre, onları geri çalıştırmak için yapması gereken, yeni bir zaman kavramı geliştirmekti. Bu da sadece kendine belirlediği bir boyutta ve zamanda yaşamasıyla olabilirdi, öylesine bir boyut ki, zaman dondurulabilecek, istediği hızda ilerlemesini veya gerilemesini sağlayabilecek; dolayısıyla yaşamın sundukları, anımsattıkları da sadece kendi kontrolünde olacaktı. Belli bir noktada, normal koşullarda sınırlı bir süreyle yaşayacağı bir olayı –bir öpüşme, bir sevişme- kendi boyutunda, duygular karşısındakine bağlı olmaksızın, istediği sürece yaşayabilecekti.
Bence yaşamında bir değişiklik yoktu ama bir süre kendi tanımlamasıyla “muhteşem felsefesine” uygun olarak yaşadı. Ancak gün geldi, istediğini istediği kadar yaşamak da yetmemeye başladı. “Aslında yaşanmamış bir geçmişe dönmek ve sıfır noktasından başlamak düşüncesi, geçmişimin kaldıramayacağım kadar ağır bir yük olduğunu algılamamla başlamıştı. Geriye baktığımda, kaçamadığım gerçek bir tokat gibi yüzüme vuruyordu: yaşam sadece yirmisinden kırklı yaşların ortasına kadar yaşanıyor. O andan itibaren her şey bir tekrar; yapılan konuşmalar aynı oluyor, tanışılan her kişi geçmişte kalan birine benziyor, gidilen her kent bir diğerinden parça taşıyor, tüm havaalanlarında dükkanların dizilişi aynı, anonslar hangi dilde yapılırsa yapılsın aynı anlaşılmazlıkta, tüm lokantalarda garsonlar aynı yapay nezaket içinde, hizmet etmeleri bir lütufmuş gibi benzer davranış sergilemekteler. Öylesine bir tekrar ki hiçbir amacım kalmadığını hissetmeye başlamıştım.”
Anlattığı kadarıyla sigarayı bırakmaya karar verdiğinde yaşadıkları söylediklerine tam bir örnekti. “Sevgilim daha ilk gün, ‘Geçen sefer de bırakmıştın, sadece bir ay dayanabilmiştin,’ dedi ve o an itibariyle takip edildiğimi hissetmeye başladım. Bir ayın dolmasına yirmi gün kaldı, bugün sigarayı bırakışımın on beşinci günü... Sanki otuz gün aşılması gereken bir barajmış gibi geliyordu. İnsanlar ben yanlarındayken bile yokmuşum gibi konuşmalarını sürdürüyorlardı. ‘Geçen sefer de bırakmıştı ama sadece bir ay dayanabilmişti.’ Kendimi tekrarlamam bekleniyordu sanki, aynı davranışları göstermem, aynı sözleri söylemem isteniyordu -Ne yapayım alışmışım bir kere, bırakamıyorum işte.- Fark ettim ki, benzer davranışlar göstermek, aynı sözleri söylemek etrafımdakiler için bir güvenceydi. Davranışları, söyledikleri ile adeta, ‘Ben seni tanıyorum, beni şöyle sevmiştin ve hep de böyle sevmeye devam etmelisin, şundan nefret ederdin ve nefret etmeye devam etmelisin, yaşam şeklin şuydu ve hep öyle kalmalı,’ diyorlardı. Zaman ilerliyor ve insan gelişen bir hayvandır kuramına hem koşut hem de zıt olarak söylemler devam ediyordu: ‘Geliş ama bizi şaşırtacak kadar değil,’ ‘Değiş ama davranışların aynı kalsın,’ ‘Konuş ama düşüncelerinde farklılık olmasın.’”
Onu arayışlara iten sürdürdüğü yaşamdan sıkılması mıydı, kendini sürekli olarak sorgulaması mıydı, yoksa her aman keşfedilecek yeni bir kıta, söylenecek yeni bir söz olduğuna inanması mıydı, bilmiyorum, ama her ne kadar kendine bile isimlendiremese de bir şeyleri aşmak istediğinden eminim. Yaşam kendisine anlatıldığı, öğretildiği gibi olmamalıydı, dünyaya gelmesindeki amaç düzenli ve güvenli bir işi, kendisini seven bir eşi, tatillerinde gidebileceği deniz kıyısında bir evi olmasından daha öte bir şeyler olmalıydı.
“Belki de yapmamız gereken zamanın ve boyutların getirdiği sınırlamalardan kurtulmak için kendi icadımız olan saatleri ikna etmek. Düşün, akrep yelkovanla aynı yönde gitmeye sıkıldığı için bir gece saat on ikide ters yöne gitmeye karar verse ve yelkovan buna sesini çıkarmasa. On ikiden sonra bir değil on bir, sonra da on gelse. Uyanmak için saatlerini gece on ikide sabah dörde kuranlar o gece sekiz saat uyusalar. Vaktinde uyananlar sadece saatlerini altıya kuranlar olur, onlar da altı otuzda evden çıkmak için saate baktıklarında beş otuz olduğunu görürler.
“Randevular birbirine girse. Sevgililer buluşamasa. Toplantılara yetişilemese. Uçakların kalkış saatleri karışsa. Yemek saatleri birbirine girse.”
Söyledikleri sanki gerçekleşebilirmiş, akrep ve yelkovanın birbirlerinden bağımsız hareket etmelerine olanak varmış, hatta yıllardan beri öyle oluyormuş gibi sordu.
“Bu karmaşada bile bir çift hâlâ eskisi gibi buluşup yaşamlarını sürdürebilmekteler. Bil bakalım bu çiftin özelliği ne?”
“...”
“Çiftin özelliği saat kullanmamaları! Akıllarına estiği zaman birbirlerini arıyorlar, saatin kaç olduğuna bağlı olmaksızın istedikleri vakitte buluşuyorlar. Onların kafalarında günler, haftalar, yaşananlar rakamlarla belirlenmekten ziyade birbirlerini düşünmelerine bağlı.
“Ama rakamlarla yaşamaya alışmış insanlar için çözüm var: saatlerini ters taksınlar.”
“Unutmaya çalıştığın ne?” diye sordum. “Yaşadığın boyuttan ve zamandan kurtulmaya çalışıyorsun ama nedenlerini söylemiyorsun. Seni anlamıyorum. Kendini anlatsan, nedenlerini söylesen belki daha iyi anlarım.”
Yüzüme baktı, sadece, “Sıkılıyorum,” dedi.
Sıkılmasının nedenlerini hiçbir zaman açıklamadı. Tanışıklığımız süresince nereden gelip nereye gittiği, geçmişi, neler yaşadığı, neden bulanık olmayı yeğlediği hakkında asla bilgi vermedi. Adeta tanınmamak istiyor, kendine göre söylemleri bu kadar açıkken soru sormamı da gereksiz buluyor gibiydi. Bir gün, “Biliyor musun,” dedi, “aslında tüm insanlar yaşamlarında iki olayda zamanı hapsedip yaşadıkları anı donduruyorlar.”
Tabi ki bilmiyordum.
“Seviştiğin zamanları düşün. Sevişirken, şu saatte başlaması, şu saate bitmesi gerekir diye saate bakmıyor, başlayalı ne kadar oldu diye merak etmiyorsun. Yaşadığın bir kaybolma duygusu –kaybolma ve başkasını da beraberinde kaybettirme-, düş gücün devreye giriyor, birlikte olduğun kişiyi veya başkaları düşlüyorsun. Günlük yaşamda kullanmadığın kelimeleri kullanıyorsun, hareketleri adalelerin, kemiklerinle sınırlı olan vücudun esnekleşiyor, sonradan nasıl yaptığını açıklayamadığın hareketler yapıyorsun. Önceden bilmediğin sesler çıkartıyorsun, ilkel dönemlerine geri dönüyor, inliyor, bağırıyor, çığlıklar atıyorsun; teslimiyetçi bir role bürünüyor, kendini bir başkasının kullanımına sunuyorsun; sonra birden canavarlaşıyorsun. Olmadık kokular duyuyor, bilinmedik tatlar alıyorsun. Parmakların bir başkasının teniyle o güne dek hiç dokunmadıkları şekilde temas ediyorlar, vücudunu bir başkasına sunuyorsun, bütünleşiyorsun. Yer çekimi ortadan kalkıyor, boşlukta uçuyorsun sanki, bir an soluksuz kalırken hemen sonrasında derin nefes alıyorsun. Yaptığın, gezegenler arası bir yolculuk, evrendeki yıldızlar içinde ufacık bir nokta olduğunu algılama serüveni. Aslında oynadığın kaybedenin olmadığı bir oyun, o güne dek tüm öğrendiklerinin, okuduklarının, kavramların, netliğin yitirildiği bir oyun ve sonunda gözlerini açıp saate baktığında galaksiler arası yaptığın bu yolculuğun, bu satırların okunmasından daha kısa bir sürede gerçekleştiğini fark ediyorsun.”
Coşmuştu, nefes almadan konuşuyordu artık.
“Zamanın donduğu ikinci olay da ölüm. Aslında bir anlık geçiş olarak tanımlanıyor, netlikten bulanıklık anına geçiş, bilinmeyen bir yok olma, ulaşılamaz bir yere gitme, sorulanlara yanıt verme zorunluluğunun olmadığı bir konum, birlikte gitmek isteyenin gidemediği, giden kişiyi de bırakamadığı süreç; bir sonlanış mı, başlangıç mı olduğu bilinmeyen bir dönüşüm ve maalesef çoğunluğun farkında olmadan yaşadığı bir değişim.
“Bir yaşam geçiyor, uğraşılarıyla, koşuşturmalarıyla; önce okullara gidiliyor: çalış, daha çok çalış komutları altında gözler bozuluyor; beyinler yıkanıyor; zamanla başkalarının talepleri kişinin kendinden beklediklerine dönüşüyor –çalışmalıyım, başarılı olmalıyım; sevmeliyim, kendimi sevdirmeliyim; beğenmeliyim, beğenilmeliyim. Daha büyük evlerde oturup, daha hızlı arabalara binip daha çok ve değişik yerlere ulaşmalıyım. Daha fazla takdir edilmeliyim; yapacak daha çok şey var, zaman yaratmalıyım; eşime, çocuğuma, evime ve işime vakit ayırmalıyım; herkesin peşinde olduğu ulaşılmazı, mükemmelliği, kendimce tanımlayamadığım o gerçeği yaratmalıyım.
“Ve her adım bir hücre daha öldürüyor, her ihtiras vücuttan bir hücre daha eksilmesine neden oluyor; takdir edilen başarıların alkışlarla karşılandığı her törende vücuttaki hücreler aralarında bir cenaze töreni daha yapıyorlar, kendisini yenileyemeyecek olan bir hücreyi daha gömüyorlar bilinmeyen bir yere...
İnsan farkında olmadan kazandığı savaşçı kimliği içinde zamanın dondurulabileceğini, geri sarılabileceğini, istediği noktada yeniden başlatılabileceğini algıladığında da bunu yapacak kadar cesur olmadığı için zaman nihai donma noktası geldiğinde panikliyor. Hücrelerinin cenaze törenlerine hiç katılmadığı, hastalık adı verilen kimi olgularla karşılaşıp iyileştiğinde kendi savaşmamış, bir takım aracılar kullanarak ‘iyilik’ haline gelmiş olduğundan, zamanın durma noktasında tek yapabildiği düşünmekten korktuğu, yıllardır değiştirmeye çalıştığı geçmişini düşünmek, onunla yüzleşmek oluyor.
“Zayıflamış, derisi pörsümüş, cildi incelmiş, kemikleri çıkmış, ağzı kurumuş, dudakları çatlamış, adaleleri erimiş, gözlerinin parlaklığı sönmüş, eskiden dar ve küçük olduğundan yakındığı yatağın içinde ufacık kalmışken, tek söyleyebildiği kelime, ‘Yorgunum,’ oluyor ve bir anda fark ediyor ki o çok uzun gibi görünen yaşamında olan bitenleri, aşklarını, sevişmelerini, üzüntülerini, nefretlerini; tanıdığı kişileri, yolda geride bıraktıklarını, geçtiklerini, bir kenara attıklarını, ismini bile hatırlayamadıklarını dakikalar içinde gözünün önünden geçirebiliyor. Anımsama sürecine başlarken saatin beş olduğunu görmüştür ölmekte olan kahramanımız, kendisine saatler boyu kadar uzun gelen bir süre geçmişini düşündükten sonra yeniden saate baktığında beşi beş geçmektedir. İnler ve ‘Zaman geçmek bilmiyor,’ der.
“En şanssız insan, kendisini kalıcı bulanıklık konumuna, zamanın durduğu noktaya götürecek olayın ayırdında olmayan insandır.”
Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
Bir müddet sonra sesler uzaklaştı, önceleri onları net görürken, ben de onları bulanık görmeye başladım.giderek kayboldular.
Çok sonra onları yine net görebildiğimde, “Bir zamanlar bulanık görüntüsü olan bir adam vardı buralarda,” diye konuşuyorlardı.

20 temmuz – 13 agustos 2000, houston

9 Eylül 2008 Salı

ÖZGEÇMİŞ

Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci 1956 İstanbul doğumlu. İlk ve orta öğrenimini Kadıköy Marrif Kolejinde tamamladı. 1972-1973 senesinde American Field Service bursuyla Amerika Birleşik Devletleri Michigan eyaletinde bir sene süreyle liseye devam etti. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne girdi ve 1981 yılında mezun oldu.Prof. Erözenci 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda uzmanlık eğitimine başladı. 1986-1990 yılların arasında değişik sürelerle University of Texas M.D.Anderson Kanser Hastanesine devam etti. 1988'de uzman, 1993'de Doçent ve 1999'da Profesör oldu. Halen çalışmalarına Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı'nda devam etmektedir.Ağırlıklı ürolojik kanserler olmak üzere yurt içi ve yurt dışı dergilerde yayımlanmış elliden fazla makalesi vardır.Prof. N. Ahmet Erözenci Türk Üroloji Derneği, Amerikan Üroloji Derneği, Avrupa Üroloji Derneği ve Dünya Üroloji Derneği üyesidir. Üroonkoloji Derneği'nin kurucu yönetim kurulu üyesi de olan Dr. Erözenci, bu dernekte üç dönem bilimsel etkinliklerden sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak çalışmış ve Üroonkoloji Bülteni'nin yayımlanmasını sağlamıştır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesindeki görevinin yanı sıra Üroonkoloji Derneği kapsamında etkinlik gösteren Üroonkoloji okulunun da müdürüdür.Prof. Erözenci 1993 yılında "Ürolojik Kanserlerde Son Gelişmeler", 1997 yılında "Ürolojide İkilemler", 2004 yılında da "Üroloji 2004" başlıklı bilimsel toplantıların düzenlemiş ve başkanlığını yapmıştır.Üroloji alanında "Prostat Kanseri Seminer Notları (1993)", "Ürolojide İkilemler (1997)", "Prostat Kanserinde Tedavi (2002)", "Prostat Spesifik Antijen (2003)" isimli telif kitapları vardır. Bu kitaların yanı sıra ondan fazla üroloji kitabına da bölüm yazarı olarak katkıda bulunmuştur.Prof. Dr. N. Ahmet Erözenci tıbbın yanı sıra edebiyat ve fotoğraf çekimiyle ilgilenmektedir. Edebiyat çalışmaları "Sadece bir gece istiyorum (AFA yayınları, 1992)", "Ve yalanlar ve sessizlik (AFA yayınları, 1997), "Kaleydesop (AFA yayınları 1999)", "Bir kaçıştır yaşamak (AFA yayınları 2000)", "Bir türk filmi olarak kanser (Yeniyaz yayınları 2003)" isimleriyle yayımlanmıştır. Son olarak "Mut için bir öykü" isimli kitabı MB yayınevi tarafından basılmıştır. Dr. Erözenci 2000-2001 yıllarında Yeni Binyıl Gazetesinde "1-2-3 Tıp" başlıklı köşesinde medikopolitik yazılar yazmıştır. Ayrıca Novartis ilaç şirketinin desteğiyle dört yıldır çıkmakta olan Novate isimli kültür sanat dergisinin editörlüğünü yapmaktadır.Dr. Erözenci 1991 ve 1993 yıllarında insansız doğa konulu iki fotoğraf sergisi açmıştır.
Mesleğinde yirmi yedinci yılını sürdürmekte olan Prof. Dr. Erözenci son yıllarda çalışmalarını tıbbın felsefesi konularına yoğunlaştırmıştır.

ATATÜRK VE MOZART - İKİ DAHİ

Türk Dil Kurumu dahi kelimesini olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse, deha, olarak tanımlıyor. Kurumun internetteki sitesinde, her kelime için olduğu gibi, dahi kelimesinin kullanımıyla ilgili örnek de verilmiş: “Atatürk, bilmek için öğrenmiş olmaya ihtiyacı olmayan dahiler soyundandı. (Haldun Taner)”

Wolfgang Amadeus Mozart ve Mustafa Kemal Atatürk farklı yüzyıllarda yaşadılar. Yaptıkları farklıydı. Yaşadıkları koşullar değişikti. Hedefleri farklıydı. Buna karşın Mozart’a müziğin dehası, Atatürk’e de askerlik ve politikanın dehası denmektedir. Ve kanımca isimlerinin başına bu sıfatın yakıştırılmış olması ikisinin de salt yaratıcı gücü ve yeteneği olmasından öte bir yaklaşımla irdelenmelidir.

Satır başlarıyla Mozart’ın yaşamına bakalım: 4 yaşında herhangi bir müzik parçasını yarım saatte öğrenebiliyordu. 6 yaşında besteciliğe başladı. 8 yaşında ilk senfonisini besteledi. 7-15 yaşları arasında Avrupa’nın yarısını konser vererek gezmekteydi. 1777’de Münih, Mannheim ve Paris turnesine çıktı. Paris’te annesi öldü, Salzburg’a dönmek zorunda kaldı. 1779’da Salzburg kardinalinin koruması altına girdi. 1781’de kilisedeki görevinden ayrıldı ve aksini yapsaydı rahat koşullarda yaşayabilecekken, ömrünün sonuna dek devrin geleneklerinin aksine hiçbir din veya saray himayesi altına girmedi. Bu açıdan, müzik tarihinin kilise, saray veya bir zengin koruması altında olmayan ilk freelance bestecisi olduğu söylenebilir.

Atatürk’ün yaşamına bakalım şimdi de: 7 yaşında okuldan ayrıldı sonra babasının ölümü üzerine 8 yaşında Selanik Mülkiye İdadisi’ne girdi. 10 yaşında Selanik Askeri Rüşdiyesi’ndeydi. 25 yaşında Şam’da Vatan Hürriyet Cemiyetini kurdu, 26 yaşında Selanik’e kaçak olarak gelip cemiyetin şubesini açtı. 27 yaşında Selanik – Ürgüp, 30 yaşında İstanbul ve Bingazi’deydi. 31 yaşında böbrek rahatsızlığı çekti. 32 yaşında Bolayır, 33 yaşında Bükreş ve Belgrad’da görev aldı. Çanakkale destanını yazdığında 34 yaşındaydı; 36 yaşında Suriye, 37 yaşında Halep’deydi. 38 yaşında Samsun’a çıktı ve aynı sene saray tarafından idama mahkum edildi. Ve yine aynı yaşta en yakın bildiği kişiler kendisinin kongre başkanlığı aleyhine oy kullandılar.

8 Temmuz 1919’da Vükela Meclisi, Atatürk'ün 3. Ordu Müfettişliği'nden alınması gerektiğine karar verir. 8-9 Temmuz 1919 Atatürk telgraf vasıtasıyla sarayla görüşür ve kendisine resmi memuriyetine son verildiği bildirilir. Bu tarihte Mustafa Kemal, Çanakkale Kahramanı olarak tanınmaktadır; hedefi yurdu kurtarmaktır ve asker olması, emrinde kıta(lar) olması bu hedefine ulaşmasında işini kolaylaştırıcı bir öğedir. Ama sarayla görüşmesinden Atatürk hiç vakit geçirmeden gece saat 10.50'de Harbiye Nezareti'ne ve 11.00'den sonra da Padişah'a, resmi vazifesiyle beraber askerlik mesleğinden istifa ettiğini bildiren telgrafı çeker: "Büyük bir aşk ile bağlı bulunduğum yüce askerlik mesleğimden de istifamı sunarak veda ettiğimi arz ederim"

Ertesi gün, 9 Temmuz’da bu kararının ne kadar geri dönülmez olduğunu halkıyla paylaşarak perçinler: “Mübarek vatan ve milleti parçalanmak tehlikesinden kurtarmak ve Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan pek aşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes milli gayemiz için her türlü fedakarlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir lerd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilan eylerim."

Mustafa Kemal, günümüzde çok kullanılan, ama maalesef sadece kullanılmakla kalan moda tabirle sine-i millete dönmüştür.

Bir de Mozart’ın saray korumasından ayrıldığı zaman yazdıklarına bakalım: “Sevgili Babacığım, Hizmetinden ayrılma kararını bildirmek için Kont Colleredo'nun yanına gittiğimde ondan beklemediğim bir hakaretle karşılaştım. Artık Salzburg Sarayının hizmetinde değilim ve hayatımın en mutlu gününü yaşıyorum. İnsanları onurlu ve soylu yapan kalbidir. Kont değilsem de içimde bir sürü konttan daha çok soyluluk var."

Mozart klasik müziğin hemen her alanında eser veren neredeyse tek bestecidir. Köchel kataloğunda 49 senfoni, 20 opera ve 20 piyano konçertosu yer almaktadır. Bestelerine bakıldığında bir çok özelliğini görürüz: Devrimcidir; Figaro’nun Düğünün operasının baş kahramanı, o güne dek alışılanın tersine, bir soylu değil; soylunun hizmetçisidir. Evrenseldir; Eserlerinde antik çağların polifonisini, Orta ye Kuzey Almanya'nın barok müziğini, İtalyan operasının yeni katkılarını, Viyana Mannheim okullarının çalgı müziği tekniğini ve o zamanki Fransız müziğinin özelliklerini bağdaştırmayı bilmiştir (Saraydan kız kaçırma, Alla Turca). Filozoftur; Ölümü, “İnsanın en yakın arkadaşı,” olarak tanımlamış; konuk olduğu bu dünyada yapabileceği en iyi şeyin Tanrı vergisi yeteneğini en üst düzeyde kullanmak olduğunun ayrımında olarak yaşamıştır. Daha kağıda dökmeden önce bestenin bitmiş olması, Mozart'ın belli başlı bestecilik özelliğidir. Müziğini notaya geçirmesi O'nun için yalnızca mekanik bir iştir. Dolayısıyla bu işi daima son ana bırakmayı tercih etmiştir. Eserlerinin çoğu, uzun süreli tasarım ve değerlendirmelerin ürünüdür.

Yaratılarının uzun süreli tasarım ve değerlendirme sonucu oluşu, kanımca Atatürk’le Mozart, bu iki dahi arasındaki en önemli ortak paydayı oluşturuyor. Bunu açıklamak için de Atatürk’ün devrimlerini anımsayalım:

1. Siyasal Devrimler: · Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) · Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi :· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:· Aşârın kaldırılması · Çiftçinin özendirilmesi· Örnek çiftliklerin kurulması· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Mozart ve Mustafa Kemal arasındaki dehalık benzerliğini irdelemek için Halifeliğin kaldırılması ve Harf Devrimlerine ileride değineceğiz. Ama öncesinde bir dahinin beyninin nasıl çalıştığını az da olsa anlayabilme adına Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, cumhuriyetin alnına giden yolda Atatürk’ün bazı söylemlerine bakalım:

Laiklik konusunda: “Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz."

Milliyetçilik üzerine: "Özellikle bizim ulusumuz, ulusal anlayışa sırt çevirmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar, hep ulusal ilkelere sarılarak, ulusçu ilkenin gücüne dayanarak kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzü yitirdiğimiz anda, bizi aşağıladılar, küçük gördüler. Anladık ki, suçumuz kendimizi unutmamızmış.”

Halkçılık üzerine: “Bizim halkımız, yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlığı ve gayretleri birbirine gerekli olan sınıflardan oluşur. Bu dakikada dinleyenlerim, çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi, ötekisinin karşısında olabilir. Çiftçilerin, sanatkarlara; sanatkarların çiftçilere ve çiftçinin, tüccara ve bunların hepsinin, ötekine ve işçiye ihtiyacı olduğunu kim yalanlayabilir?"

Devletçilik üzerine: “Devletle bireyin karşılıklı faaliyet alanlarını ayırmak... İlke olarak devlet, bireyin yerini almamalıdır. Fakat bireyin gelişmesi için, genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel faaliyeti, ekonomik kalkınmanın asıl kaynağı olarak kalmalıdır. Devletle birey, birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik kişisel gayret ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, ulusu refaha ve ülkeyi bayındırlığa eriştirebilmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanda, devleti doğrudan ilgili kılmaktır.”

Ulusçuluk ilkesi üzerine: “Bir ulusun diğer uluslara bakarak, doğal ve kazanılmış özel karakterlere sahip olması, diğer uluslardan farklı bir varlık meydana getirmesi, genellikle onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışması anlayışı…”

Devrimcilik üzerine: “Devrimin yasası, öbür yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı bozmadıkça, başladığımız devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki çağlarda da böyle olacaktır.”

Tüm bu söylemler, söylendiği zaman göz önüne alındığında, bir dahinin beyninin nasıl uzun süreli bir planla çalıştığını, elde edilenle (Kurtuluş Savaşının kazanılması) asla yetinmediğini ve ileride göreceğimiz gibi her adımın bir sonraki hamleye hazırlıkta nasıl kullanıldığının göstergesidir.

Örnek iki devrimimize dönelim: Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) ve Harf Devrimi (1 Kasım 1928).

Halifeliğin kaldırılmasından 2, Harf Devriminden 6 yıl önce, 1922 yılında Atatürk Millet Meclisi açılış konuşmasında küsüden şu şekilde seslenmekteydi: “Camilerin kutsal minberleri halkın din ve ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını sağlamak, Şeriye Bakanlığının önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne seslenmekle Müslüman kişinin bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir.”

Dikkatle okunduğunda söylemi birkaç maddeye ayırabiliriz: İlk cümlede camiler yüceltilmektedir, ikinci cümlede camilerde söylenenin halk tarafından anlaşılması gerekliliği, dolayısıyla şimdiki haliyle anlaşılamadığı vurgulanmakta, bunun sağlanmasının Şeriye Bakanlığının iş tanımına dahil olduğu belirtilmekte ve nihayet son cümlede din öğesi vurgulanarak bireyin bundan sağlayacağı faydanın altı çizilmektedir. Halifelik kalkmalı veya Latin alfabesi kabul edilmeli gibilerinden bir söyleme rastlanmaz.

7 Şubat 1923’de Balıkesir Zağnos Ağa Cami minberinden halka seslenir Atatürk. “Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, halife ve padişahın namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç, halkı aydınlatma ve ona doğru yolu göstermektir; başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve dalgınlık içinde bırakmak demektir.”

Latin harflerinin kabul edilmesine daha 5 yıl vardır, ortada bunla ilgili bir çalışma bile yoktur. Burada halife ve padişah namını taşıyan müstebit, yani onlar adına konuşan zorbalar denilerek padişah ve halife, hutbeleri kendi çıkarlarına göre verenlerden ayrı tutulmakta, halkın buna tepki duymaması da kullanılan dilin anlaşılmaz olmasına bağlanmakta, hutbelerle hedefin ne olduğu (halkın aydınlatılması) vurgulanmakta ve hutbelerde güncelleştirme yapılmamasının halkın geri kalmasına yol açacağının altı çizilmekte ve satır arasında da bunun kimilerinin çıkarına olduğu belirtilmektedir.

Mustafa Kemal konuşmasını, “Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır,” sözleriyle bitirir. Bu bölümde hutbeyi verecek kişilerin yetkinliği net olarak tanımlanmakta, ama daha da ötesi, kullanılan dilin değişmesi gerekliliği net olarak söylenmektedir. Ve daha dikkat çekici olan, Atatürk’ün bunu vurgularken, “Hutbelerin tümüyle Türkçe olması iyi olur,” gibi yumuşak kelimeler kullanmak yerine, “…olmalıdır ve olacaktır,” gibi emredici, tartışmaya açık olmayan bir dil kullanmasıdır.

Osmanlı toplumunun geri kalmasındaki nedenleri çok iyi saptamış olan Atatürk, toplumun değer verdiği öğeleri (din ve padişah) de çok iyi bilmektedir. Kafasındaki hedefe ulaşmak için bu öğelerin bir seferde dışlanmaması gerektiğini, hedefe varmak için kullanılabileceklerini de belirlemiş durumdadır. Hilafet 1924’de kaldırılır.

Latin harflerinin kabülüne giden yoldaki yolculuğumuza devam edelim. 10 Nisan 1926’da sessiz sedasız çıkartılan bir yasayla Türk yurttaşlarına ait şirket ve kuruluşların Türkiye sınırları içerisinde sözleşme, iletişim, hesap ve defter tutma gibi her türlü işlemlerinin Türkçe olması zorunluluğu getirilir, buna uymayanlar cezalandırılacaklardır. Başarılı her lider gibi hedeflerine ulaşmakta yakın çevresindekileri kullanmakta da usta olan Atatürk, Ekim 1927: dil uzmanı Ahmet Cevat Emre’yi Vakit gazetesinde Lisanımız Hakkında Bir Kalem Tecrübesi başlıklı bir yazı dizisine başlatır. Emre bu yazı dizisinde, “Alfabe, dili biçimlendiren bir araç olduğuna göre, yazı ve dil sorunlarının birlikte ele alınmasının daha doğru olacağı…” görüşünü belirtir. O ana dek Latin harflerinin kabul edilmesi gerekliliği yönünde sinyal veren konuşmalar yapan lider, burada çıtayı bir miktar daha yükseltmekte ve ilk kez dil sorunu, yani kullanılan dilin de Türkçeleştirilmesi gerektiği görüşünü belirtmektedir. Ve nihayet 23 Mayıs 1928’de Dil Heyeti ya da Alfabe Encümeni diye anılan dokuz üyeli özel bir kurul oluşturulur; kurulda eğitimci, dil uzmanı, yazar milletvekili olarak üç ayrı kesimden üçer üye görevlendirilir. Kurul üyelerinin çalışmalarının birkaç sene içinde biteceğini söylemelerine Atatürk aylar içinde bitirilmesi emrini verir. Daha Latin alfabesi kabul edilmeden, 9 Ağustos 1928’de, "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum," sözlerini söyleyerek eskiyle aradaki köprüyü tamamen atar. Ve 1 Kasım 1928’de Dil Devrimi olarak tanımlanan olay gerçekleşir.

Kısa bir ara özet yapmak gerekirse, dahi bir liderin kafasında çok önceden belirlediği bir atılım, 6 yıl önceden başlayan, toplumu bu değişime hazırlayan, gerekçelerini sıralayan ve kabul ettiren konuşmalarla, amacına ulaşmakta toplumun değer verdiği (ama kendisinin belli ölçüde gözden çıkarttığı) kurumlar ve kişiler de kullanılarak adım adım gerçekleştirilmiştir.

Türk devrimleri içinde Dil Devrimi zamanın dış basınında en ilgi çeken devrim olmuştur. Latin harflerini kabulünden iki ay sonra National Geographic, ondan bir ay sonra da L’Illustration dergileri bunu kapak konusu yapmışlardır. National Geographic dergisindeki yazıda değişimin halk tarafından nasıl kabul edildiği, herkesin yeni alfabeyi öğrenmek için nasıl çabaladığı anlatılmakta ve böylesine radikal bir değişimi halkına ancak bir dahinin kabul ettirebileceği belirtilmektedir.

Ama dahinin kafasındaki uygulamalar bununla da bitmez. Alfabe Encümeni’nindekilerin görevleri bittiği gerekçesiyle ayrılmak istemelerini Atatürk kabul etmez, dil sorunu daha çözülmemiştir, encümenin adı Dil Heyeti’ne çevrilir ve üye sayısı on yediye çıkartılır. Heyetin ilk toplantısındaki konuşmasında Mustafa Kemal hedef ve görevleri şu şekilde tanımlar:
a) Bir mektep lügati (okul sözlüğü) hazırlanması,
b) İmlâ lügatinin (yazım kılavuzu) hazırlanması,
c) Türkçenin gramerinin (dilbilgisi kurallarının) saptanması,
ç) Sözlük çalışmalarına esas olmak üzere de Fransızca 2 ciltlik Larousse’un saf Türkçe olarak çevrilmesi.

Temmuz 1932’de Dil Heyeti, Türk Dil Tetkik Kurumu adını alır, 26 Eylül – 5 Ekim 1932’de de 1. Dil Kurultayı toplanır. Atatürk buradaki açış konuşmasında, yıllar önce devrimcilik anlayışını belirtirken vurguladığı devrimler süreklidir kavramına uygun olarak konuşma yapar: “Amacımız, Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek, Türkçe’yi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek, bunun için, bugün yazı dilinden Türkçe’ye yabancı kalmış öğeleri atmak.ve halkçı bir yönetimin istediği biçimde halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmaktır.”
Bu amaca ulaşmak için yapılacaklar da belirlemiştir: “Derleme Defterleri ve kılavuzlar derhal ve nefis surette bastırılacak; bültenin nefis ve cazip şekilde derhal bastırılacak, şimdiki Anadolu Kulübü binası ayın 2’inci gününe kadar Türk Dili Tetkik Cemiyeti Merkez Heyetine devir ve teslim edilecektir.”
Lütfen detaylara dikkat edin, derleme defter basılacak değil, nefis surette bastırılacak, bülten cazip şekilde bastırılacak…

İlk tohumu 1922’de atılan Dil Devrimi 1932’de toplanan kurultayla hedefine ulaşmıştır. İşte bir dahinin beyin yapısı: hedefini belirleme, ona inanma, toplumunu bu hedefe hazırlama, asla vazgeçmeme, işin hedefe ulaşılmasıyla sonlanmadığını bilme, sürekliliği ve takibi sağlama.

Ama bir dakika. Belki dahi liderin kafasında olay 1922’den de önce başlamıştı. Şu anıya göz atalım:
“‘Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.’ dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir iki nefes çektikten sonra: ‘Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Özel Kalem Müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!’ dedi.
Süreyya da, ben de: ‘Bundan emin olabilirsin, Paşam!’ dedik. ‘Öyle ise tarih koy!’ dedi. Koydum, 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı, ‘Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.’
Bir gün bana önemli bir ders verdi: Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda, otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanının başında bir şapka vardı. Kendisi ne ise ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretlerle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve ‘Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?’ dedi.”

Atatürk öylesine bir dahi liderdir ki, İstiklal Harbi esnasında bazı arkadaşlarının vatanı kurtarmak yanında rejimle ilgili icraatların yapılmasını istemelerine karşı şöyle konuşmuştur:
“Galeyana lüzum yok arkadaşlar. Bir işi zamansız yapmak o işi akamete uğratmak olur. Fikirlerinize muhalif değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim... Her şey zamanında ve sırasında yapılmalıdır...” derken muhaliflerine karşı da, “Biz memleketin kanunlarına, idare ve rejim sistemlerine müdahale niyeti güden bir teşekkül değiliz; gayemiz sadece vatan ve milleti kurtarmaktan ibarettir. Müstakil bir vatan istiyoruz. Kanunları değiştirmek gerekiyorsa memlekete yeni bir nizam verecek, hükümet şeklini değiştirecek olan müessese Milli Meclis olacaktır. Biz Meclis-i Mebusan değiliz.” ilk hedefi olan İstiklal Harbinin kazanılmasına giden yolda bu şekilde toplumun her kesiminin desteğini almıştır.

Nostalji kelimesinin sözlük anlamı geçmişe özlem. Bu özlem genellikle yaşanmış bir geçmişe oluyor; çocukluğa, eskiden yaşanmış bir yere vs; çünkü özlemi anılar doğuruyor. Peki altmış dokuz yıl önce ölmüş, sadece resimlerini gördüğümüz birine özlem duyma nasıl açıklanıyor?

KILAVUZU KARGA OLANIN

Olgu: AE, 53 yaşında, evli, bir çocuğu olan erkek hasta. Herhangi bir ürolojik yakınması yok. Ailesinde prostat kanseri öyküsü yok. Total PSA tetkiki 4.1 ng/ml olarak saptanmış. Rektal muayenede prostat (+) adenom kıvamında bulmuş ve transrektal ultrason ve biyopsi yapılmasını önerilmiş.

Biyopsi gerekliliğinin tartışılması:Total PSA›2.5ng/ml olduğu durumlarda yapılan biyopsilerde %12’lere varan prostat kanseri tanı oranı bu hastaya biyopsi yapma gerekliliğini geçerli kılmaktadır. Bunun da ötesinde, Partin nomogramlarının bir kez daha gözden geçirildiği çalışmada, rektal muayenesi normal, sadece total PSA yüksekliği nedeni ile yapılan biyopsilerle tanı konan prostat kanseri olgularında (T1c), total PSA 4.1-6.0 ng/ml olan durumlarda TRUS biyopsi ile gleason skor 5-6 olduğu durumlarda radikal prostatektomi sonrasında olguların %83’ünde organa sınırlı, sadece %16’sında ekstra prostatik yayılım ve %0 olguda lenf nod pozitifliği olduğu göz önüne alınırsa, bu hasta için biyopsi gerekliliği bir kez daha ortaya çıkar(1). Aynı çalışmada aynı PSA aralığı için gleason skor 8-10 olduğunda organa sınırlı, ekstraprostatik ve lenf nod tutulum oranları sırasıyla %55, %32 ve %3 olarak saptanmıştır ki, bu olumsuz patolojide bile hastanın tedaviden fayda göreceği savlanabilir.
Öte yandan yapılan Partin ve arkadaşlarının bir başka çalışmasında total PSA 4.1-6.0 ng/ml olan 51-60 yaş grubu erkeklerde rektal muayene normal olduğunda kanser olma oranının %14, rektal muayenede şüpheli nodül olduğunda ise %44 olduğu belirtilmiştir(2). Bu verideki %14 kanser tanısı konma oranı diğer bir açıdan, yani %86 kanser tanısı konmama (kanser olmama) açısından ele alınırsa, biyopsi yap(tır)ma kararının doktor tarafından değil, kendisine tüm veriler anlatıldıktan sonra hasta AE tarafından verilmesi gerekliliği ortaya çıkar.
Bu noktada doktorun hastasını bilgilendirmede yukarıda bahsettiğimiz çalışmalardan ziyade değişik çalışmalardan elde edilen sonuçlara göre hastalığa yaklaşımı belirleyen kılavuzları kullanacağı kesindir. Avrupa Üroloji Derneği (EAU) kılavuzlarına göre total PSA 3.0-6.0 ng/ml arasında olduğunda ilk PSA tayinini takip eden 7 yıl içinde prostat kanseri tanısı konma kümülatif riski %34’dür(3). (Yedi yıllık kümülatif riskden bahsederken bazı hastalara ikinci, hatta üçüncü set biyopside tanı konduğu da unutulmamalıdır!)
Kendisine anlatılanlardan kafası karışan hastanın danıştığı ikinci ürolog, total PSA düzeyinin tek başına biyopsi endikasyonunu belirlemede yetersiz olduğu gerekçesiyle serbest PSA’yi da ilave ederek tetkiki yinelemiş, bu kez total PSA 4.2 ng/ml, SPSA oranı ise %22 olarak tespit edilmiş. Doktor, SPSA oranı %25’in altında olduğunda tümör görülme riskinin yüksek olduğunu söyleyerek biyopsi yapılması gerekliğini belirtmiştir.
Hastanın elindeki verilerle görüş aldığı üçüncü ürolog, İto ve arkadaşlarının 1965 hastayı kapsayan arama çalışmalarında tanı konulan 303 kanser olgusunun 104’üne 8 yıllık takip süresinde tanı konulduğunu, çalışmada primer SPA oranı %22’den ufak olduğunda tanı üçüncü sene konduğunda hastaların %81.7’sinde, sekizinci sene konduğunda %53.2’sinde organa sınırlı hastalık olduğunu vurgulayarak, hemen biyopsi yapılmasına gerek olmadığını, hastanın bir süre daha PSA tetkikleriyle takip edilebileceğini belirtmiş(4). (SPSA oranı %22’den yüksek olduğunda takipde üçüncü ve sekizinci sene tanı konan kanserlerin organa sınırlı olma oranı sırasıyla %91.9 ve %87.7’dir).
Bu verinin kendisine sunulmasıyla rahatlayan hasta biyopsi yaptırmaktan vazgeçmiş, ancak TURP geçirmiş bir tanıdığının yönlendirmesiyle gittiği dördüncü üroloğun İto’nun çalışmasının Japonlar üzerinde yapıldığını, Japonya’da zaten prostat kanserinin az görüldüğünü söylemesi ve konunun artık kapanmasını isteyen karısının israrı üzerine biyopsi yaptırmaya karar vermiştir.

Ara geçiş: Mastercard reklamlarında, bardak, çiçek, kitap gibi metalar gösterildikten sonra annesine sarılan biri gösterilmekte ve fondaki ses, “Paranın satın alacağı bazı şeyler vardır. Geri kalan her şey içinse mastercard,” demekte. Bu reklamın hasta AE’ye yönelik uygulamasını yaptığımızda, fonda trafik, gürültü, ekonomi gibi insanı strese sokacak şeyler gösterilmeli ve fondaki ses, “Bir erkeği strese sokacak bazı şeyler vardır. Bunlar yetersiz kaldığında da PSA,” demelidir.

Tedavi seçeneklerinin tartışılması: Biyopsi sonucunda 2/12 odakta gleason skor 2+2 adenokanser saptanan hastaya ilk üroloğu ilave bir tetkik yaptırmaya gerek olmadığını, Kattan nomogramına göre 10 ng/ml altındaki total PSA değerlerinde RP sonrasında organa sınırlı hastalık saptanma olasığının %90, lenf tutulumu olma olasılığının %1, beş ve on sene hastalıksızlık oranlarının %98 olduğunu ve kılavuzların da bu durumdaki hastada cerrahi girişim önerdiğini söyleyerek RP yapılması gerektiğini söylemiş (5).
İkinci ürolog RP fikrine katılmakla birlikte, öncesinde pelvik BT ve kemik sintigrafisi yapılması gerektiğini, çünkü her ne kadar lenf tutulumu veya kemik metastazı olmayacağına inansa da prensip olarak her hastasına ameliyat öncesinde olabildiğince etraflı tetkik yaptırdığını söylemiş.
Üçüncü ürolog, hasta istediği takdirde BT ve sintigrafinin yapılabileceğini ama RP’in yanı sıra yakın takip veya radyoterapi seçeneklerinin de olduğunu, üstelik bunlarda empotans ve enkontinans risklerinin olmadığını belirtmiş.
Hasta bu noktada zaten juvenil diyabet tanısıyla elli yıldır tedavi gördüğünü, insülin kullandığını, son beş yıldır diyabetik nöropati nedeniyle görme bozukluğu ve zaman zaman idrar kaçırması olduğunu, uzun süredir PD5 inhibitörü kullanmadan ereksiyon olmadığını söylemiş.
Amerikan Üroloji Derneği (AUA) lokalize prostat kanseri kılavuzunda (2007), bu evredeki hastaların tedavi seçeneklerinde watchful waiting (WW) ve aktif takip, brakiterapi, eksternal radyoterapi, radikal prostatektomi, primer hormonal tedavi ve diğer tedaviler yer almaktadır.
Hastaya takip öneren üçüncü üroloğun WW mi, aktif takip mi önerdiği net olmadığından burada ikisini birden kısaca irdeleyeceğiz.
Randomize kontrollü çalışmalarda WW, hastanın prostat kanserinin definitif tedavisinden fayda görmeyeceği mantığına dayanır ve bu hastalarda tedavi lokal veya sistemik progresyon olana kadar geciktirilir(6,7). Aktif takipdeki mantık ise hastaların bazılarının tedaviden fayda göreceğidir. Dolayısıyla bu yaklaşımda hedeflenen öncelikle progresyon riski olan hastaları belirleyip onları tedavi etmek, ikinci olarak da progresyon riski olmayan hastalara da hiçbir tedavi yapmamaktır. Kılavuzda aktif takip yaklaşımına uygun adayların düşük gleason skoru olan, PSA seviyesi 10 ng/ml atında olan, evresi düşük olan, beklenen yaşam süresi kısa olan hastalar olduğu belirtildikten sonraki cümlede, bu yaklaşımın yukarıdaki koşullara ilaveten düşük tümör yükü olan genç hastalar için de geçerli olabileceği, çünkü bu hastalarda progresyon riskinin az olmasının yanı sıra, progresyon olduğu takdirde yapılacak tedaviden fayda görecekleri vurgulanmıştır(8,9,10). Benzer şekilde Chodak ve arkadaşlarının hasta AE’ye uyan grupta beş ve on senelik hastalığa özgü sağkalımın sırasıyla %98 ve %87, metastazsız sağkalımın da aynı süreler için %93 ve %91 olduğunu gösteren yayınlarını referans gösteren Avrupa Üroloji derneği, prostat kanser kılavuzunda, 55-74 yaş grubunda gleason skoru 2-4 olan hastalarda kanserden ölüm riskinin %4-7, kansere özgü mortalitenin de %8 olduğunu da vurguladıktan sonra iyi diferansiye tümörü olan hastalarda tedavinin geciktirilebileceğini, beklenen yaşam süresi 10 seneden fazla olan hastalarda ise PSA takibinin ve gerektiğinde re-TRUS ve biyopsi yapılmasının altını çizmiştir(11,12,13). Sonuç olarak, hele RP’nin yan etkilerinden de sakınmak istiyorsa, bu hastaya yakın takip önermek hiçbir şekilde yanlış bir yaklaşım değildir.
AUA kılavuzunda radyoterapinin gleason skoru 7’den büyük, PSA›10g/ml olan hastalarda uygulanması gerektiği bildirilmiştir. Buna göre hasta AE’ye RT önermek doğru olmaz. Öte yandan EAU kılavuzunda lokalize prostat hastalığın tedavisinde RP ile eksternal RT’yi karşılaştıran randomize çalışma olmadığının söylendiği cümleden hemen sonraki cümlede, National Institute of Health verilerine göre RT sorasında sağkalım süresinin ve sağlanan yaşam kalitesinin cerrahi sonrasındakine eşdeğer olduğu belirtilmektedir. Kılavuzun özet bölümünde cerrahi girişimi kabul etmeyen genç hastalarda bile RT yapılabileceği söylenmektedir. Dolayısıyla kılavuzumuzu EAU kabul edersek, hasta AE’ye RT önerebilriz.
AUA kılavuzda hastalığın gerçekten organla sınırlı olduğu hastalarda RP’nin kesin kür sağladığı; EAU kılavuzunda ise sadece PSA yükseliğiyle tanı konan kanserlerin %11-16’sının klinik açıdan önemsiz kanser olduğu belirtildikten sonra, %30 hastada da lokal ileri hastalık saptandığına dikkat çekilerek bu olgulara RP yapılması gerekliği vurgulanmıştır(14,15,16).
Her ne kadar hastaya sunulan tedavi seçenekleri içinde olmasa da, primer hormonal tedavi AUA kılavuzunun ilgili bölümünde ilk paragrafta herhangi bir nedenle RP veya RT yapılamayan düşük riskli hastalarda androjen baskılama tedavisinin giderek artan bir şekilde yapıldığı belirtilmekte, ancak hemen ikinci paragrafta ise bu tedavinin kardiovasküler hastalık ve diyabet riskini artırması nedeniyle önerilmediği vurgulanmaktadır(17,18). Dolayısıyla zaten diyabet olan AE için bu tedavi kesinlikle uygun değildir.

Olgunun anımsanması: AE, 53 yaşında, evli, bir çocuğu olan erkek hasta. Herhangi bir ürolojik yakınması yok. Ailesinde prostat kanseri öyküsü yok. Senelik sağlık kontrolü esnasında yapılan total PSA tetkiki 4.1 ng/ml olarak saptanmış. DRE (+) adenom. Juvenil diyabet, insülüne bağımlı, diyabetik retinopatisi, diyabetik nöropatisi ve erektil disfonksiyonu var. TRUS biyopsi sonucunda 2/12 odakta gleason skor 2+2 adenokanser tanısı konmuş.

Burada gittiği ürologlardan birinin yapılması gerektiğini söylediği kemik sintigrafisinin bu hasta için EAU kılavuzunda önerilmediğini de belirtelim.

Anamnez daha da derinleştirildiğinde hasta diyabet tanısının ilkokuldayken konulduğu, ailesi tarafından diğer çocukların oyunlarına katılmasına sınırlama getirildiğini, bu nedenle ilkgençlik çağlarında depresyon tedavisi gördüğünü, sonrasında “diğer çocuklardan daha güçsüz olmasından kaynaklanan aşağılık duygusunu yendiğini” (hastanın kendi sözleri), üniversite sonrasında bir gazetede başladığı çalışma hayatını görme bozukluğu nedeniyle sonlandırmak zorunda kaldığını, iki yıldır antihipertansif ilaç kullandığını, son zamanlarda angina pectorise benzeyen ağrıları olduğunu ve nihayet son iki aydır yürürken sol bacağını sürtmek zorunda kaldığını, sol bacağında dizinin altında iyileşmeyen bir yara olduğunu anlattı.

İrdeleme
Tıpda hastalıklara yaklaşımda birtakım kılavuzlar olması temeli ilk olarak 1924’de Almanya’da F. Kraus tarafından Kraliyet Sağlık Konseyinde, “Hekimlerin hastalara kaliteli hizmet vermeleri amacıyla ekonomik ve matıklı yaklaşımlar belirlenmeli,” cümlesiyle atılmıştır (19). 1970 yılında Kanada’da David Sackett ve arkadaşları tarafından tıbbi makalelerin nasıl okunması gerektiğini ve bilimsel verilerin tanı ve tedaviye katkılarını onu alan bir dergi çıkartılmaya başlanmış, 1980’de de Gordon Guyatt ve arkadaşları günümüzde kanıta dayalı tıp (KDT) olarak bilinen “bilimsel-tıbbi-yaklaşım” kuramını ilk kez ortaya atmışlardır (20-21).
Bu tarihe kadar hastaya yaklaşımı deneyim, eskilerden öğrenilenler, anekdotal vakalar –yani insani faktörü- belirlerken, kılavuzlar randomize kontrollü çalışmaların meta analizinden elde edilen verilere öncelik vermiş, otoritelerin görüşleri (yani deneyim) güvenirlilik açısından son sıraya atmıştır.
Çok genel bir tanımla bilim, değişik hipotezleri tekrarlanabilir yöntemlerle sınayarak evren hakkında genel kuramlar geliştirir. Bunu sağlamak için de bilim adamının tarafsız ve ön yargısız olarak aydınlatmayı düşündüğü sorunla ilgili bir hipotez geliştirmesi, o hipotezi test edecek deneysel veya klinik koşulları oluşturması, çıkan sonuçlar geliştirdiği kuramın aksi yönünde bile olsa müdahele etmemesi ve nihayet vardığı sonucun genellenebilirliğini kanıtlamak için daha geniş çalışma yapması gerekmektedir. Şayet tıp bir bilimse, kılavuzlar ve kanıta dayalı tıp bir önceki cümlede saydıklarımızı bire bir kapsıyor demektir.
Günümüzdeki tıp eğitmenlerini de benzer şekilde ele alabiliriz: Eğitici, ayırıcı tanıya bilimsel teoriler gibi yaklaşmakta, aynen bilim adamının değişik hipotezleri çürütmesi gibi olası tanıların neye dayanılarak dışlanacağını açıklayarak talebelere tıbbı bilim olarak sunmaktadır. Bu yaklaşımın muhakkak doğru yanı vardır, ancak bilimin tekrarlanabilirlilik özelliğine göre, bu kez aynı hastalık için her hastada tanıya hep aynı yoldan gidilmesi gerekir; bunun olması için de hastaların aynı hastalık (örneğin prostat kanseri) için öykülerinin aynı olması gerekir. Hipokrat’ın bir sanat olarak tanımladığı tıp’la, modern zamanlarda bilimsel yönü belirginleşen tıbbın ayrımı da zaten burada ortaya çıkıyor. Kılavuzlar ve KDT’ın asla tartışılmadığı (ve bir yere kadar gerekliliğine bu satırların yazarının da inandığı) bilimsel tıp, mesleğimizin sanat yönü olan hastanın öyküsünü dinleme, anamnez alma ediminin (ve kaçınılmaz olarak hastalık yoktur, hasta vardır söyleminin) giderek önüne geçmekte. Kılavuzlar hastaya yaklaşımda o denli öncelik kazanmış durumda ki, 1998 yılında yapılan bir çalışmada, soruşturulan doktorların %48’i kılavuzları okuduktan sonra tanı ve/veya tedavi yaklaşımlarını değiştirdiklerini belirtmişler(22). Değişen %48’lik oranın hastanede yatış süresinde azalma (%12), kimi olgularda ameliyattan vazgeçme (%21) olduğu düşünülürse, kılavuzların salt hastaya en iyi bakımı vermede değil, sağlık ekonomisine de katkıda bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak bir doktor salt KDT’ba göre davrandığında, hastanın o anki sorununu, belki on binlerce vaka üzerinde önceden yapılmış çalışmalar ışığında değerlendiriyor demektir. Kılavuzların yazılmasına kullanılan ve en üst düzeyde veri olarak kabul edilen kontrollü randomize çalışmalardaki hasta, kendinden elde edilen verinin genellenerek ileride çalışmaya katılan tüm hastaların verileriyle birlikte, çalışmanın sonunda yayınlanacak olan tabloda sadece bir nokta olmaktan öte gitmeyecektir. Bu tabloda hastanın bireysel olarak yaşadıkları hiçbir zaman yer almadığı için, hastasına yaklaşımda kendisini KDT veya kılavuzlarla sınırlayan doktor, bilimsel olurken, aslında hastasının o grafikteki noktalardan biriyle aynı olduğunu varsaymaktan başka bir şey yapmıyordur.
Geniş bir açıdan bakıldığında gerek tanıda, gerekse tedavide kılavuzlar doktorun hastasına yaklaşımını belirleyen yol göstericilerdir. Tıpda karar verme süreci ise birden fazla nokaya dayanır: Bilimsel veriler, kişisel deneyim, ön yargılar, değer yargıları, ekonomik ve politik durum ve nihayet felsefi duruş (23).
Bu yazının amacı açısından, felsefi duruş üzerine odaklanacağız.
Yaptırımcı felsefede, bir eylemin değeri, onun yaptırımlarıyla ölçülür; ki KDT bunun tipik bir örneğidir. KDT çerçevesinde veya kılavuzlara göre bir hastaya yaklaşımda bulunduğumuzda umulan, kanıtlara bakıp bunların ışığında hastaya mantıksal ve dengeli bir yaklaşımda bulunulacağıdır. Ancak dengeli yaklaşım için bir eylemin tüm yaptırımlarının bilinmesi ve bunların da ölçülebilir olması gerekir. Öte yandan PSA değerinin 4.1 ng/ml olarak saptanmasından sonra söylenenenlere hasta AE açısından bakarsak, onun biyopsi kararına kadar yaşadığı çalkantıları, kafasından geçenleri, kendisine söylenenlerin yaşamını nasıl etkilediğini, kanser olma olasılığı karşısında depresif bir ruh haline bürünüp bürünmediğini bilmemize olanak olmadığı gibi, bunu ölçebilecek somut bir kriter de yoktur. Filozof Bernard Williams ekonomide ölçülebilen kavramların genellikle ölçülemeyen kavramlarla karşılaştırıldığını, bu nedenle de ölçülemeyen kavramların nihai denklemde yer almadığını söyler (24). Salt KDT’ba göre hareket ettiğimizde de yaşam kalitesi gibi ölçülmesi zor bir kavramla, maliyet ve mortalite gibi ölçülebilen kavramları karşılaştırmaktan öte bir şey yapmıyoruz.
Kılavuzlar, her uzmanlık alanında çıkan sayısız dergilerde çıkan yazıların taranması sonucunda, araştırmanın güvenirliliğine, kontrollü randomize çalışma olup olmamasına göre uzmanlar tarafından değişik derecelerde kanıt derecesi verilerek hazırlanan ve yoğun meslek yaşamında tüm dergileri takip etme olanağı olmayan doktorlar için yol göstericidirler (ki buradaki ironiyi de vurgulamak isterim: Kılavuzları hazırlayan, hangi çalışmanın referans olarak kabul edilebileceğini uzmanlar belirliyor, ama öte yandan uzman görüşü KDT’da kanıt derecesi olarak en aşağıda yer alıyor). Kılavuzlara göre hastasına yaklaşımda bulunan doktor, teoride de olsa, olabilecek en güncel bilgiyle, tıbbi hata olasılığını minimalize ediyor demektir. Salt kılavuzlara bağlı kalındığında, bilimsel bir yaklaşımda bulunulduğu kesindir. Ancak göz ardı edilememesi gerek, hiçbir kılavuzda hasta beklentileri ve/veya değerleri ve/veya beklentileri maddesinin olmadığıdır.
Sackett, kanıta dayalı tıbbın yararlı olması için (doktorun) her hastaya özgü öncelikleri, düşünceleri ve beklentileri dikkate almak gerektiğini söylemektedir (25). Kılavuzlara dayanarak hasta AE’ye radikal prostatektomi sonrasında on senelik sağkalım oranının %95 olduğunu söleyebiliriz, ama buna karşılık hastanın, prostat kanseri tanısı genellikle 65 yaş civarında konuluyormuş, verdiğiniz rakam da o gruba ait, benim önümdeki beklenen yaşam sürem 25-30 yıl, %95’lik oran benim için de geçerli mi sorusuna hiç bir kılavuzda net bir yanıt yoktur.
Salt kılavuzlara dayanarak meseleğini sürdüren doktorun, kılavuzların mantığına uygun olarak, hastaya bir bütünün parçası olarak yaklaşdığı, hastanın bireyselliğini görmezden gelmesi kaçınılmazdır. Madalyonun bir de diğer yüzü var. Yılın dokuz ayı karla kaplı, ulaşımı olanaksız, biyopsi olanağı olmayan bir yerde çalışan meslekdaşımızı, PSA 50ng/ml, kemik ağrıları ve rektal tuşesi ileri derecede sert olan hastasına orşiektomi yaptığı için kanıta dayalı tıbba uymadığı (biyopsi yaparak tanıyı kesinleştirmediği, sintigrafi ve BT tetkikleri yaparak evrelemeyi yam olarak yapmadığı) için eleştirecek miyiz?

Sonuç: Kılavuzlar, güvenilir çalışmalardan elde edilen ve elekten geçen çalışmalarla hazırlanmış olmaları nedeniyle günlük pratiğimizde doğal olarak baş vurduğumuz yol göstericidirler. Ama tüm kılavuzların genelleme olduğu, hiçbir hastayı bireysel olarak ele almadığı, hasta beklentilerine ise asla değinmediği unutulmamalıdır. Sadece kılavuzlara dayanarak sürdürülen bir meslek yaşamında hekimin tıbbi hata olasılığını en aza indireceği varsayılabilir ama bir dizi değişkene bağlı olan hasta memnuniyeti açısından bakıldığında kılavuzların bu alanda %100 başarıyı garantilediği savlanamaz. Bilimsel tıp toplamalar, çıkarmalar, çarpmalar, bölmeler sonucunda ortaya çıkan grafiklerle her zaman güvenmemiz gereken bir artı değerdir; ancak hiçbir hasta salt bir rakamdan ibaret değildir. Öte yandan prostat açısından ele alırsak, artık hastalar geceleri idrara kalkma, idrar yaparken zorlanma gibi şikayetlerden çok, giderek artan sayıda, “PSA’m yüksekmiş,” söylemiyle (şikayetiyle değil!) başvurmaktalar. Yirmi birinci yüzyılda bir rakamı şikayete dönüştürmeyi başarmış olan mesleğimizin giderek artan bilimsel yönünü göz ardı etmeden, sanat yönü olan hastayı dinleme, onu tanıma, beklentilerini öğrenme özelliklerimizi geliştirdiğimiz sürece hastaya yaklaşımla hastalığa yaklaşım ayrımını daha iyi ve dengeli yapabileceğimize, bu sayede de hastalığın yanı sıra hastayı da daha iyi tedavi edebileceğimize inanıyorum.
Not: Hasta AE sanal bir hasta değil. Diyabetik gangren nedeniyle bacak ampütasyonu için beş hafta evvel hastaneye yatırılmış ve PSA’sına da ilk kez o zaman bakılmış...

KAYNAKLAR
Makarov DV, Trock BJ, Humphreys EB, Mangold LA, Walsh PC, Epstein JI, Partin AW.:Updated nomogram to predict pathologic stage of prostate cancer given prostate-specific antigen level, clinical stage, and biopsy Gleason score (Partin tables) based on cases from 2000 to 2005. Urology, 2007 Jun;69(6):1095-101)
Eric NP. Suboug. Alan W. Partin, ve ark:THE PROBABILITY OF HAVING PROSTATE CANCER GIVEN A SERUM PSA, AND DRE AS Determined FROM THE SCREENING PROJECT. http://www.cancer.prostate-help.org/caproba.htm)
Aus G, Becker C, Franzén S, Lilja H, Lodding P, Hugosson J. Cumulative prostate cancer risk assessment with the aid of the free-to-total prostate specific antigen ratio. Eur Urol 2004;45(2):160-165.
Ito K, Kubota Y, Suzuki K ve ark: Correlation of prostate-specific antigen before prostate cancer detection and clinicopathologic features: evaluation of mass screening populations Urology, 55,: 705-709,2000
http://www.mskcc.org/mskcc/applications/nomograms_v2/PreTreatment.aspx).
Iversen, P., Madsen, P. O. and Corle, D. K.: Radical prostatectomy versus expectant treatment for early carcinoma of the prostate. Twenty-three year follow-up of a prospective randomized study. Scand J Urol Nephrol Suppl, 172: 65, 1995
Bill-Axelson, A., Holmberg, L., Ruutu, M., Haggman, M., Andersson, S. O., Bratell, S. et al: Radical prostatectomy versus watchful waiting in early prostate cancer. N Engl J Med, 352: 1977, 2005
Klotz, L.: Active surveillance with selective delayed intervention for favorable risk prostate cancer. Urol Oncol, 24: 46, 2006
Johansson, J. E., Andren, O., Andersson, S. O., Dickman, P. W., Holmberg, L., Magnusson, A. et al: Natural history of early, localized prostate cancer. JAMA, 291: 2713, 2004
Warlick, C., Trock, B. J., Landis, P., Epstein, J. I. and Carter, H. B.: Delayed versus immediate surgical intervention and prostate cancer outcome. J Natl Cancer Inst, 98: 355, 2006
Chodak GW, Thisted RA, Gerber GS, Johansson JE, Adolfsson J, Jones GW, Chisholm GD, Moskovitz B, Livne PM, Warner J. Results of conservative management of clinically localized prostate cancer. N Engl J Med 1994;330(4):242-248)
Griebling TL, Williams RD. Staging of incidentally detected prostate cancer: role of repeat resection, prostate-specific antigen, needle biopsy, and imaging. Semin Urol Oncol 1996;14(3):156-164
Albertsen PC, Hanley JA, Gleason DF, Barry MJ. Competing risk analysis of men aged 55 to 74 years at diagnosis managed conservatively for clinically localized prostate cancer. JAMA 1998;280(11):975-980)
Elgamal AA, Van Poppel HP, Van de Voorde WM, Van Dorpe JA, Oyen RH, Baert LV. Impalpable invisible stage T1c prostate cancer: characteristics and clinical relevance in 100 radical prostatectomy specimens – a different view. J Urol 1997;157(1):244-250
Oesterling JE, Suman VJ, Zincke H, Bostwick DG. PSA-detected (clinical stage T1c or B0) prostate cancer. Pathologically significant tumours. Urol Clin North Am 1993;20(4):687-693
Epstein JI, Walsh PC, Brendler CB. Radical prostatectomy for impalpable prostate cancer: the Johns Hopkins experience with tumours found on transurethral resection (stages T1A and T1B) and on needle biopsy (stage T1C). J Urol 1994;152(5 Pt 2):1721-1729.)
Cancer survivorship:resilience across the lifespan. Proceedings of the National Cancer Institute’s and American Cancer Society’s Survivorship Conference. Cancer (suppl) 104:2543, 2000
Keating NL, O’Malley AJ, Smith MR: Diabetes and cardivascular disease during androgen deprivation for prostate cancer. J lin Oncol 24: 4448, 2006
Kras F: Wie lieβe sich die arztliche Behandlun der Kranken angesichts der jetzigen wirtschaftlichen Notlage der Bevölkerung sparsam und doch sachgemaβ gestalten? Deutsche Medizinische Wocenschrift 1924; 50:391-393
Sackett DL, Rosenberg WM, Gray JA ve ark.: Evidence based medicine: What it is and what it isn’t. Br Med J 1996; 312:71-72
Guyatt G, Haynes RB ve Jaeschke R: Introductin: the philosophy of evidence based medicine. (kitap) Guyatt G ve Rennie D (ed.) Users guide to the medical literature. Chicago AMA yayınları 3-12, 2001
Sackett DL, Straus SE: Finding and applying clinical evidence during clinical rounds: the “ evidence cart”. JAMA 1998; 280:1336-1338
Kerridge I, Lowe M veHenry D: Ethics and evidence based medicine BMJ 1998;316;1151-1153
Williams B.: Mortality. (kitap) s.72, Cambridge University Press, 1972
Sackett DL, Strauss SE, Richardson WS: Evidence based medicine: how to ractice and teach EBM. (kitap) s.127, Churchill Livingstone, 2000

KURAMLAR GEÇİCİ, KURBAĞALAR KALICIDIR

Yukarıdaki sözler Jean Rondstand isimli bir biyoloğa ait. Düşünüldüğünde, oldukça ironik sözler; yıllardan beri biyoloji derslerinde kurbağalar üzerinde deneyler yapılıyor, daha da genişletelim, tüm ilaçlar öncelikle hayvanlar üzerinde deneniyor, bu deneylerden alınan sonuçlara göre kuramlar oluşturuluyor ve bir süre sonra hiç sarsılmayacağı varsayılan kuramın yerini bir başkasının aldığını görüyoruz. İlkini bir köşeye iten kuramın geliştirilmesinde de ilk adım bir kurbağa, bir hayvan deneyiyle başlamıştır. Gerçekten de kurbağalar hep varlar, kuramlar ise son kullanım tarihlerinden sonra bir kenara itiliyorlar.

Lewiss Caroll’un ölümsüz klasiği Alice Harikalar Diyarında isimli kitapta Alice ile kraliçe arasında aşağıdaki konuşma geçer:
“İmkansız şeylere inanmak mümkün değildir, dedi Alice.
“Bana kalırsa sen bu konuda fazla araştırma yapmamışsın,” dedi kraliçe… “Benim bazı bazı, kahvaltıdan önce altı imkansız şeye birden inandığım olmuştur.”

Olanaksızı yaratmak veya olanaksıza inanmak… Aslında bilimin felsefesinde bu yatıyor. Tarih boyunca bakıldığında, en büyük buluşların en basit sorulardan kaynaklandığı görülür. Örneğin, 2500 yıl önce Demokritos, “Demirin atomları arasındaki mesafe birbirine yakın, elmanın atomları arasındaki mesafe birbirine uzaktır,” demiştir. Demokritos’un bu sonuca ulaşmak için yaptığı çocuksu bir gözlemdir: “Ben elmayı bıçakla kesebiliyor, oysa demiri kesemiyorum. Demek ki demirin atomları arasına giremiyorum. Demek ki demirin atomları arasındaki mesafe birbirlerine yakın, elmanın atomları arasındaki mesafe ise birbirlerine uzaktır.”

Burada önemli olan sorunun, salt soru sormak için sorulmamış, bir sonuca varmak için sorulmuş olmasındadır. Gerçekten de eski Yunan’da filozoflar, felsefe yapmış olmak için felsefe yapmamışlardır. Felsefe, veya Philosophia, bilmeyi sevmek anlamına gelir. Felsefe, gerçeği araştırmanın bir yoludur, filozoflar da doğruyu, gerçeği bulmaya çalışmışlardır. Yani, bizim modern dünyamızda, tıp alanında, günümüzün sağladığı tüm modern olanaklarla yapmaya çalıştığımız şeyin aynısı hedeflemişlerdir. Günümüz tıbbında hastaya en kısa yoldan en doğru tanıyı en ekonomik şekilde koyup en etkin tedaviyi en hızlı şekilde hastanın yaşam kalitesini olumsuz yönde en az etkileyecek yöntemle yapma ilkesi (felsefesi) geçerlidir. Tıp bilimi hayatla ilgilidir, basit bir nezlenin tedavisinden en komplike kanser ameliyatına kadar, hekimin reçete yazmakta kullandığı kalemin de, kesiyi yapmakta kullandığı bistürinin de ucunda insan hayatı vardır. Hemen antik Yunan’a dönelim. Antik Yunan’da felsefe okullarının kapısında da, “Biz hayat için öğreniriz,” yazmaktaydı.

Tıp bilimi hayatla ilgili, felsefe okulunun kapısında hayat için öğrenildiği yazıyor. Varlıklarının ortaklığı bu kadar örtüşürken, tıp biliminin (ve sanatının) felsefi yönü olmadığı düşünülemez. Bir başka filozof, Epikurios, 1500 yıl önce okulunda, “Felsefenin amacı yaşamı kolaylaştırmak ve güzelleştirmektir,” diyordu öğrencilerine. Bizler bugün yaptığımız ameliyatlarla kişiyi bir hastalığından arındırırken, yaşamını güzelleştirmiyor muyuz? Üstelik bu güzelleştirme hastadan da öte, onun yakınlarına da yansımıyor mu?

Ancak felsefenin insanı gülümseten yönünü bir yana bırakırsak, günümüz Türkiye’sinde doktorluğumuzu uygularken felsefeyi hak ettiği(miz) kadar mesleğimize sokamıyoruz. Böyle olmasının nedenleri ekonomik koşullardan tutun da, sağlığın artık politik bir meta haline gelmesine kadar, geniş bir yelpaze içinde değerlendirilebilir. Ama neden ne olursa olsun, mesleğin felsefesi kaybedildiğinde, pratikte uygulama devam etmesine karşın, kişinin mesleğiyle arasına mesafe koyması, onu sadece bir “iş” olarak görmesi, dolayısıyla yarattığı güzelliğin ve farkın ayrımında olmaması, sonuç olarak da mutsuz olması kaçınılmazdır. Buna en iyi örnek olarak, 500 yıl boyunca dünyaya tıbbı öğreten İbn-i Sina’yı verebiliriz. İbn-i Sina, “Hiçbir şey hiçlikten yaratılmaz sevgili Memius. Ve var olan bir şey de hiçliğe gitmez. Sadece şekil değiştirir,” diyen Lucretius’dan asırlar sonra, insan bedenini evren olarak görüyor ve, “Şu evrene bakarsan görürsün ki, yapılması yıkılmak, yıkılması yapılmak içindir,” diyordu. Gerçekten de metabolizmanı iki öğesi bu şekildedir: anabolizma yapılmak, katabolizma yıkılmaktır. Vücut protein katabolizması ile maddeyi amino asitlere parçalar (katabolizma) ve bu ürünleri yeni proteinlerin sentezinde kullanır (anabolizma).

Ancak, bu görüşlere sahip, modern tıbbın kanıtladığı bir dizi kuramı yıllar evvel dile getiren İbn-i Sina’ya nasıl davranıldı? Yıllarını hapiste geçirdi, 24 ciltlik kanun-nameyi hapiste yazdı ve sonra da son sözü söyledi: “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder.” Yakın tarihimizde 1402’likler olarak adlandırılan, değişik gerekçelerle üniversitelerden uzaklaştırılan bilim adamlarımızı, daha yakın tarihte bir üniversitemizin rektörüne reva görülen davranışları getirin aklınıza. “Nefsini ilimlerle süsle ve geliştirmeye çalış. İlimden başka şeylerin hepsini bırak. İlimde her şey vardır,” diyen ve sonra yaşadığı yer terk edip ölümü göze alarak çöllerde yürüyerek başka ülkeye giden İbn-i Sina’ya hak vermemek elde mi?

İbn-i Sina’nın söyledikleri günümüzde felsefi açıdan yorumlanabilir ama onun amacı gerçeği aramaktı. Aynı şekilde gerçeği arayan diğer bir kişi de Ömer Hayyam’dı. Hayyam varlıklı bir ailenin oğluydu, prensin yakın arkadaşıydı, Nişabur’un en zengin ailesinin kızıyla nişanlıydı. Tıp adamı, şair ve cebir bilimcisi olarak tanınan Hayyam, dini otoriteye karşı gelerek, hayatını tehlikeye atarak gerçeği ararken, cebir yapmak için cebir, şiir yazmış olmak için şiir, bilim yapmış olmak için bilimle uğraşmadı – aynen bizlerin ameliyat yapmış olmak için ameliyat yapmamamız gerektiği gibi. Hayyam’ın amacı, bilinenlerden bilinmeyene ulaşmaktı. Bizler bugün daha şanslıyız, bilinenler çoğaldı, bilinmeyenler azaldı. Bilinmeyenlere ulaşmak için artık elimizde veri birikimi, teknoloji var. Ama günümüz Türkiye’sinde, hâlâ ilimi, bilimi bir kenara atarak, yoksayarak, görmeden gelerek İbn-i Sina’yı çöllere süren, Hayyam’ın rasathanesi yerle bir eden görüşte olanlar var.

Hayyam karşılık beklemeden peşinde olduğu gerçeğe ulaşma yolundaki uğraşlarını şiirlerle dile getirmişti. Yakalansaydı, linç edilecekti. Günümüzde Allah’tan linç etme diye bir kavram yok. Ama kanımca onun yerine daha da kötüsü var. Sağlık hizmetlerine siyasetin karıştırılması, ilimle uğraşanları linç etmiyor belki ama ilerlemenin ve araştırmanın önü sistemli bir şekilde tıkanıyor. Burada asıl engellenen gerçeğe ulaşma çabalarıdır; çünkü engelleyenler biliyorlar ki metodolojinin yardımıyla ilim gerçekleri ortaya koyduğunda şu anda bulundukları konumu bir daha geri alamamak üzerine kaybedecekler.

Metodolojiyi tıbba Claude Bernard getirmiştir. Metodolojiye göre bir problem veya sorun ortaya çıktığında, onu çözmek için bir varsayım geliştirilir. Bu varsayımı doğrulamak için deneyler yapılır. Varsayım deneyler sonucu doğrulanırsa teori olarak benimsenir. Sonrasında zamanın sınavını geçerse de kanun haline dönüşür. Burada altı çizilmesi gereken “problem” veya “sorun” kelimesidir. Kelime anlamı olarak sorun, mesele demektir, yani yaşamı zorlaştıran bir etmen, yaşamın daha güzel olmasını engelleyen bir öğe. O sorunun çözülmesi, yaşamı güzelleştirecektir. Ve yine başa dönüyoruz: “Felsefenin amacı yaşamı kolaylaştırmak ve güzelleştirmektir,”

Ancak felsefenin ana ilkesini başka bir kelime oluşturur: sorun ortaya çıktığında onu çözmek için varsayım geliştirmek gerekir demiştik. Bu varsayımı geliştirmek için de düşünmek gerekir. Sonradan deneye dönüşecek olan varsayım, düşünce olmadan geliştirilemez. İlim adamının felsefi yönü de zaten öncelikle buradadır. Herhangi bir cerrah bir ameliyatı neden yaptığını, bir ilacı neden yazdığını düşünmeden cerrahi girişim yaptığında veya reçete yazdığında, Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filminde karikatürize ettiği, bir iş bandının başında önüne gelen makinenin belli bir vidasını otomatik hareketlerle sıkan bir insan-makineden farkı kalmaz.

Zaten tarih oyunca ilim ve bilime karşı çıkanlar, öncelikle düşünme yetisini ve düşündüğünü söyleme özgürlüğünü engellemeye çalışmışlardır. “Benim dediğimi dinle ve duyduğunu uygula. Senin düşünme gerek yok. Benim dediğimden farklı düşündüğün takdirde cezalandırılsın,” mantığı olan sistemlerde, bu sistemin adı ister faşizm, ister aşırı dincilik, ister diktatörlük olsun, hedeflenen aynıdır: belli bir kesimin kendi amaçları doğrultusunda, geldikleri yeri ve ellerindeki gücü kaybetmeme amacı (bir yandan da kaybetme korkusuyla) ne kadar basit, ilkel ve düşünceden uzak olduklarının ortaya çıkmasını engellemek.

Bu amaçla yapılabileceklerin sınırı yoktur, ama tarihe bakıldığında, bu düşüncede olanların ilk saldırdıkları kişiler üniversitedeki akademisyenlerdir, çünkü mutlak olmasa da, genelde üniversiteler ilmin, düşüncenin doğduğu, fikirlerin geliştirildiği yerlerdir. Günümüzde akademik ilerleme ülkemizde maalesef, bir akademisyenin ne kadar fikir geliştirdiğiyle değil, ne kadar yayın yaptığıyla belirlenmektedir. Yani, bir akademisyenin değeri yayımladığı makalelerle belirlenmektedir. Dolayısıyla, akademisyenliği, “bilim adamı makale yazar,” diye özetleyebiliriz. Ama bu da yetmemektedir. İstenilen bilim adamının makalelerini ülkesinin dışında yayımlamasıdır. Öte yandan bu da yeterli bulunmaz ülkemizde. Bilim adamı yayınını “impact” faktörü yüksek dergilerde yapmalıdır. Ve son olarak da yayın sayısını olabildiğince artırmalıdır.

Bu durumda Galileo ve Newton ülkemiz kriterlerine göre bilim adamı değillerdir; Faraday ise doçentlik sınavına müracaat bile edemez.

Bilim adamlığına yeni bir tanım vermek gerekliliği bir gerçek: bilim adamı diğerlerinden ayrı bir homo sapiens türü değildir. Bilmeyi isteyen herkes bilim adamıdır, bir sorunu çözmekte bilimsel yöntemler kullanan herkes de araştırıcıdır. Araştırmanın başlangıç noktası, bu sorunu nasıl çözebilirim? sorusudur. İlginçtir, sorun kelimesi Türk Dil Kurumu sözlüğünde dert kelimesi ile eşanlamlıdır. Yani çözümü bilinmeyen bir “dert” araştırma ateşini (bilim adamlığını) tutuşturan kibrittir. Yine felsefeye dönersek, Mevleviler birbirlerini gördüklerinde, “Allah derdini artırsın,” derler. Bu kötü bir dilek değildir. Bu dileğin anlamı, kişiyi araştırmaya sevk etmektir; çünkü araştıracak şeyi olmayan kişinin öğrenecek bir şeyi de yok demektir. Öğrenmek, araştırmak için bir itkisi olmayan bir adama ise sadece acıyarak bakmak gerekir.

Bilim adamı, araştırıcı, öğreten ve öğretme isteği olan kişi etrafını aydınlatan kişidir, karanlıktan kurtulmayı hedefleyen bireydir. Bunun aksi olan bireyler ise karanlıkta kalmaya mahkumdurlar. Ömer Hayyam bu tip insanları kör olarak nitelendirmiş ve şu dizeleri yazmıştır:
Ey Kör,Bu yer,Bu gökler boştur boş.Sen onu bunu bırak ta, gönlünü hoş tut hoş.Şu durmadan kurulup dağılan evrende alacağın bir nefestir,O da boştur boş.

Tarih boyunca aydınlanmaya karşı olanlar hep bağnazlar olmuştur. Buna karşın, gecikmeli de olsa bilim ve sağduyu, düşünceden kaynaklanan fikirler, düşünülerek varılan sonuçlar her zaman bu bağnazlığı yenmiştir. Dolayısıyla gerçeği arayan kişi olan bilim adamının tanımı, düşünmeyi bilen, gerçeği arayan, ulaşacağı sonuçtan korkmayan, bir sonuca ulaştıktan sonra araştırmalarına, arayışına devam eden, amacı sorunları çözmek olan gözlemci, olmalıdır. Bilim adamının hedefi yaşamın kolaylaştırmak, yaşam için yaşamak olmalıdır. Bilimle uğraşmak bir yaşam şeklidir ve bunun yapılan yayın sayısı hiçbir şekilde ilgisi yoktur. Prof. Dr. Nezih Hekim’in dediği gibi, “Kendimize ait görüşlerimizin olması, iyi bir gözlemci olmamız, sorunları çözmek üzere yola çıkmamız, yaptığımız işle ilgili düşünmemiz, bizi kendi alanımızın filozofu yapacaktır.”

Felsefenin başlangıcının yaşamı güzelleştirmek ilkesine ve sorunlara (dertlere, problemlere) umar bulmak olduğunu söylemiştik. Bir hekim de okuyarak, gözlemleyerek ya da deneyleyerek öğrendiği her olay üzerinde düşünüyor ve fikir geliştiriyorsa, o da artık kendi alanında bir düşünür ve bir felsefecisidir. Yıllardır olduğu gibi, arada bu gelişimi engellemeye çalışanlar olacaktır. Onlara yine Hayyam’ın bir şiiriyle yanıt vermek gerekir:

Ey Kara Cübbeli,
Senin gündüzün gece.
Taş atma dünyayı bilmek İsteyenlere,
Onlar Yaratanın peşindeler.
Seninse aklın fikrin abdest bozan şeylerde.

TIBBIN SANAT OLAN YÖNÜ

Tıp tarihinin başlarında hastalıkların gelişimiyle ilgili iki görüş hakimdi. Hipokrat ve takipçilerine göre hastalıklar, “... hastanın içinde ve dışındaki doğal dengenin bozulmasından,” kaynaklanır. Ontolojik kuramda ise hastalıklar, “... vücudun belli bölümlerini tutan,” nesnelerdir. Birinci görüş hastalığın genellliğini, ikincisiyse lokal olduğunu öne çıkarmaktadır. Günümüzde bilimin ve teknolojinin yardımıyla oldukça ilerlemiş, yaşam süresinin uzamasını sağlamış, bir zamanlar ölümcül olan hastalıklara çare bulmuşsa da, aslında hastalıkların genel veya lokal olgular olup olmadığı tartışmasına kesin bir yanıt bulunmamış; hatta bu tartışma bir kenara bırakılarak tüm hastalıklara bir “isim” konulma çabası öne çıkmıştır.
Bunun bir sürü örneği verilebilir: Mesela metastatik adenokanser bir tanı değildir ama metastatik prostat adenokanseri bir tanıdır. Veya orijini bilinmeyen bir kanserin kaynaklandığı yeri bulmak için kimi zaman hiç yararı olmasa bile hastayı oldukça yoran testler yapılmaktadır. PSA’nın normal değerlerin üzerinde olması bir hastalık olmaması bir yana, aslında şikayet bile değildir (şikayet türk dil kurumu sözlüğünde hoşnutsuzluk belirten söz veya yazı, sızlanma olarak tanımlanmaktadır.) Ancak tıp günümüzde öyle bir noktaya gelmiştir ki, biz hekimler belli kalıplar içinde hemen her şikayeti bir “hastalık adıyla” birleştirme ve tedavi etme yönüne gidiyoruz. Bilimsel yaklaşım tabii ki bunu gerektirir, ama unutmamak gerekir ki bilimsel teoriler sadece tanıyı belirlemekte ve hastalığı daha iyi anlamamızı sağlamakta; hasta, hasta doktor iletişimi ve hastanın hastalıktan etkilenmesi yönünde bir şey söylememektedir.
Bilimsel gelişmelerin bir yansıması onkoloji alanında belirgindir. Teknolojinin de yardımıyla gelişen/yenilenen ameliyat yöntemleri, ilaç sanayinin araştırma geliştirme projelerine klinisyenlerin daha aktif olarak katılmaları bir dizi kanserde sağaltımı, bir takım kanserlerde ise kaliteli sağkalım süresinin uzamasını sağlamıştır. Fakat tüm bu gelişmelere geniş bir açıdan bakıldığında on dokuzuncu yüzyılın son ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki ilerlemenin insan vücudunun işleyişinin daha iyi anlaşılması sayesinde olduğu ortaya çıkar. Teknolojik ilerlemelerin tıbba katkısı geride bıraktığımız asrın son yarısı itibariyle olmuştur.
Bu noktada, tarihsel gelişim içinde bir sanat olduğu vurgulanan, günümüzde ise teknoloji, bilgi artması, kılavuzlar gibi öğelerin girmesiyle sanatsal yönünü giderek kaybeden ve mekanikleşmekte olan mesleğimizde nerede olduğumuzu sormak gerekir.
Her ne kadar belli bir noktadan sonra karşı olsam da, kılavuzların mesleğimizi (dolayısıyla bizi, hastaya yaklaşımımızı, tedaviyi) yönlendirdiği bir çağda yaşadığımıza göre, mesleğimizi de, aynen kılavuzlarda olduğu gibi kategorize edebiliriz. Buna göre bir doktorun yapması gerekenler:
1. Sorunun ne olduğunu bulmak – tanı
2. Sorunun neden kaynaklandığını bulmak – etyoloji
3. Ne yapılması gerektiğine karar vermek – tedavi
4. Sonrasında ne olacağını öngörmek – prognoz, olarak sıralanabilir.

İlk aşama, yani sorunun ne olduğunun bulunması, için gerekenlerse öncelikle bir insanda “sorun” olması, bu sorunun onun doktora başvurmasını için “şikayete” dönüşmesi, bu şikayetle bize başvurduğunda onu irdeleyebilecek kadar bilgi sahibi olmamızdır. İşimizin zorluğunu vurgulmak açısından basit bir yakınmayı –bel ağrısını- ele alalım. Bir hasta bu şikayetle doktora başvurduğunda doktor hastanın yaşını, cinsiyetini, mesleğini de göz önüne alarak sorgulama yapmak ve bir dizi ayırıcı tanıyı aklına getirmek zorundadır (Tablo 1)

Enflamatuar nedenler
Vertebral disk enflamasyonları
Vertabral osteomyelit
Ankilozan spondilit
Juvenil romatoid artrit
Gelişme bozuklukları
Spondilosis
Spondillestesis kifozu
Scheuermann kifozu
Tethered cord sendromu
Syringomyeli
İdiopatik juvenil osteoporoz
Neoplasmlar
Benign hastalıklar
Kemik kisti anevrizması
Osteoid osteom
Osteoblastom
Eosinofilik granülom
Primer malign hastalıklar
Ewing sarkomu
Osteojenik sarkom
Lösemi
Malign metastatik tümörler
Nöroblastom
Wilm’s tümörü
Vertebraya metastaz yapan tümörler
Spinal kordun primer tümörleri
Astrositom
Ependimom
Mekanik hastalıklar
Adale hastalıkları
Verteral herni
Apofiz halkası kırılması
Vertebral fraktür
Prostat kanseri metastazı
Diğer nedenler
Psikosomatik hastalıklar
İntraabdominal hastalıklar
Enflamatuar kolon hastalıkları
İdrar yolları enfeksiyonu
Böbrek taşı
Over kisti

Tablo 1: Bel ağrısının ayırıcı tanısında düşünülmesi gereken hastalıklar

Bel ağrısı şikayetiyle başvuran hastanın tablo 1’de belirtilen hastalıklardan haberi yoktur. O, bel ağrısının nedenini kendine açıklayamadığı zaman, bel ağrısı nedeniyle yaşam kalitesi düştüğü –işine gidemediği, kendinden bekleneni veremediği, torununu kucaklayamadığı, uyuyamadığı, araba kullanamadığı, yürüyemediği, beline kuşak sararak sıcak tuttuğunda ağrı geçmediği- zaman doktora gelmiştir. Semptom kelimesinin tanımlamasının da bu şekilde yapılması gerektiğine inanıyorum: Semptom, hastanın o güne dek vücudunda hissetmediği, hissettikten sonra kendine açıklayamadığı ve olağan yaşamını sürdürmesine engelleyen ve doktora başvurulduğu anda “şikayet” olarak tanımlanan bulgudur.
Ayırıcı tanıda dikkate alınması gereken hastalıkların çokluğu beraberinde yapılabilecek tetkiklerin de fazla olmasını getirir. Bel ağrısı yakınması olan bir hastada iatenebilecek laboratar tetkiklerinin sayısı ekstrem durumlarda 80’e yaklaşabilir; radyolojik görüntüleme içinse hekim direkt kemik filmlerinden başlayarak BT, MR, PET, nükleer yöntemlerle yapılan kemik incelemeleri isteyebilir; kemikten biyopsi alınması gerekebilir; şayet bel ağrısı metastatik bir kanserden kaynaklanıyorsa, primer kanserin araştırılması ve saptanması başka tetkiklerin yapılmasını gerektirir.
Hekim sadece bel ağrısı nedeniyle tablo 1’deki tüm olası tanıları tetkik yaparak eleyemeyeceğine göre bir takım sorular sorarak (anamnez!!) şikayeti irdelemek ve ona göre hareket etmek zorundadır: Ağrının ne zaman başladığı, şiddeti, hareketlerle ilişkisi olup olmadığı, beraberinde vücudunun başka yerlerinde ağrı olup olmadığı, ağrı olduğu zaman bulantı kusma gibi başka şikayetlerin de olup olmadığı, ağrının belli zamanlarda olup olmadığı, hastanın işi, sık seyahat edip etmediği, ağrının gün boyu zamansal özellik taşıyıp taşımadığı, özgeçmişinde bu ağrıya neden olabilecek hastalıklar veya geçirdiği ameliyatlar veya kazalar... Bu sorular daha da uzatılabilir ve doğal olarak bilhassa yan semptomlarla ilgili sorulara verilecek olumlu veya olumsuz her yanıt başka bir uzmanlık dalının, kimi zamansa birden fazla uzmanlık dalının devreye girmesini gerektirebilir.
İşte günümüzde teknolojiye kelimenin tam anlamıyla sırtını dayamış, dayamaktan da öte onun arkasına sığınmış olan mesleğimizde anamnez alma sanatı tam bu noktada devreye girmelidir. Yıllarca bir “sanat” olarak adlandırılan, bir anlamda “el vermeyle” kişiden kişiye aktarılan, “hoca-talebe, öğretmen-öğrenci” ilişkisinin ömür boyu sürdüğü mesleğimizin sanat yönü son yıllarda kılavuzlar, kimi zaman tartşılması bile düşünülmeyen katı kurallar nedeniyle kaybolmakta, hastanın yakınmasını söylemesiyle birlikte başlayan sorgulama, anamnez kağıtlarındaki sorular ve yanlarındaki kutucuklara işaret konulmasıyla sınırlanmakta, “check list”lerden elde edilen sonuçlarla, neredeyse tamamen matematiksel bir yaklaşımla tetkikler istenmekte, bu tetkikler sonucunda hedef hastayı, yakınmanın hastada yol açtığı rahatsızlığı, yaşamında ne gibi engellemelere neden olduğunu anlamak yerine hastalığa bir isim koymak gibi dar bir noktaya odaklanmakta, bu da beraberinde hastalık yoktur hasta vardır kavramının yitirilmesini getirmektedir.
Doktor hasta iletişiminin kopması sadece tanı aşamasında değil tedavi aşamasında da ortaya çıkmaktadır. 1950 ve sonrasının doktorları tanıyı hastayla konuşarak, minimal tetkik yaparak ve deneyimleriyle koyup ameliyatlarını yaparlarken, 2000 yılı sonrasında minimal konuşma, maksimum tetkik ve sonrasında teknolojinin yardımıyla yapılan ameliyatlar almıştır. Doğal olarak, hastanede kalış süresini kısaltan, mortalite ve morbiditeyi olabilir en aza indirgeyen, hastanın işine ve ailesine olabildiğince kısa sürede dönmesini sağlayan laparoskopik ameliyatlara karşı değilim; ama bu ameliyatların doktorun hastanın vücuduna –organlarına- dokunmasını ortadan tamamiyle kaldırdığını, dolasıyla doktorun hastasına “dokunmasını” , sıcak el temasının getirdiği insani dokunuşu yok ettiğini de kimse yadsıyamaz. Teknoloji tıbbı öyle bir noktaya getirmiştir ki, bırakın hastaya direk dokunmayı, robotik cerrahi sayesinde artık kimi ameliyatlar neredeyse hasta ameliyathanede, doktor da başka odada, robotun başındayken yapılmaktadır.
Acaba yirminci yüzyılın ortalarında sıklıkla söylenen, “Eli çok hafif doktor,” “Bir sanat eseri yaratır gibi ameliyat yapıyor,” cümleleri yerini, “Çok gelişmiş aletlere sahip olan doktor”a mı bırakmakta? Acaba biz doktorlar akciğer grafisi, tomografi, MT, PET scan, nükleer tetkikler, laboratuar tetkikleri nasıl osa doğru tanıyı koymamızı sağlar ve tedaviyi bu şekilde belirleriz diyerek hastayla konuşma süremizi farkında olmadan giderek azaltıyor muyuz? Acaba uzmanların hazırladığı (ama paradoksal olarak uzmanların deneyime dayanan görüşlerinin güvenirlik açısından son sırayı aldığı) kılavuzlara sırtımızı bu kadar dayamamız, kendimizi kendimize, meslekdaşlarımıza, bir hata olduğunda hukuka karşı savunma gereğinin bilinçaltı bir refleksi mi? Herhangi bir hastalık için en doğru olduğuna inandığımız ameliyatı yaparken, tedaviyi uygularken hastanın yaşamını, beklentilerini, ailesini, yaşam kalitesini, yaşamdaki hedeflerini, işini, uğraşlarını, hobilerini, yaptığımız tedavinin yaşamını ne kadar etkileyeceğini ne kadar göz önüne alıyoruz?
Tam olarak fark etmesek de, aslında doktorluğun en zor, en ikilemli dönemini yaşadığımıza inanıyorum: Yirminci yüzyılın ilk üç çeyreğinde tıptaki ilerlemeler insan vücudunu işleyişinin daha iyi anlaşılması sayesinde olmuştu, sonrasında buna teknoloji eklendi. Ve teknoloji işimizi o denli kolaylaştırdı, bizler teknolojinin getirdiklerini o denli sahiplendik ki, mesleğimizin sanat olan hastayla konuşma yönü yitirilmeye başlandı.
Bu yazıyı Murat Canpolat’ın hastayla konuşmanın önemini esprili bir dille anlattığı şiirle bitiriyorum. Pratisyen olalım, uzman olalım, mesleğimizin ana öğesinin insan olduğununun, insanlar arasındaki iletişimin de konuşarak gerçekleştiğinin unutulmamasının “başarılı” doktor olmamızı, hastayı en doğru şekilde tedavi etmemizi sağlayacağı inancındayım.

Voltaren pomad
Gece nöbetindeyken bir çocuk getirdiler
Ayak burkulmuş belli iyice tetkik ettiler
Doktor dedi babaya şimdi iyi dinle beni
Voltaren pomad yazdım iyice sürün emi
Günde tam üç kez sürün yedirerek merhemi
Ayağı burkuk onun budur şişin sebebi
Tamam dedi babası aldı gitti çocuğu
Aradan geçen bir hafta gördü doktor çocuğu
Baktı çocuk besbeter ağzı gözü mor halde
Ayağı da şiş henüz başka çocuk heralde
Adam gelir doktor der kırık bunun ayağı
Doktor çok iyi bilir burkuk mutlak ayağı
Doktor dedi verdim ya sürmedin mi merhemi
Adam dedi vallahi sürdük tabi sürmem mi
Günde üç öğün sürdük ekmeklerin üstüne
Sürdük sürdük yedirdik yemem dese de yine
Yemek istemedikçe döve döve yedirdik
İşte böyle doktor bey ne yapsam bilmem artık

Murat Canbolat