10 Eylül 2008 Çarşamba

BULANIK ADAM - ÖYKÜ


Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
“Belki durduğu yerdendir.”
“Durumunun farkında mı acaba?”
“El sallayalım.”
“Neden?”
“Onu uyarmak için.”
Uyarmak? Neye karşı, kime karşı?
Buraya geldiğinde unutmayı umuyordu, yaşanmış olan koca bir geçmişi ve kendini. Belki de yaşanmamış olanı unutmaktı isteği. Kendini sessizlik, bulanıklık konuma çekmeden uzun süre önce bir konuşmamızda “Yaşananla yaşanmayan arasındaki fark nedir ki?” demişti. “Yaşananlar için, ‘keşke yaşanmasaydı,’ yaşanmayanlar için de, ‘keşke yaşansaydı,’ denilen anlar yok mu? Başkasından duyduğumuz bir olayı üçüncü kişiye birinci tekil şahıs olarak naklettiğimiz zaman yaşanmamışı hemzaman olarak yaşıyor ve anlatıyor olmuyor muyuz? Yaşanmamışla yaşanmışların sarmal olduğu bir yaşam değil mi sürdürdüğümüz?
“Yaşanmışı unutmak mı yoksa yaşanmamışı anımsamak mı daha zor? Yaşanmış gün geliyor unutuluyor, sadece bir kelime olarak kalıyor, ‘annem şu tarihte ölmüştü,’ bir müddet sonra ‘rahmetli annem’e dönüşüyor. Ölüm, tarih belirtilerek anımsandığında kişilik kazanıyor, o gün anneye ait bir gün oluyor; yaşarken tüm insanların ortak özelliği olan sahip olma duygusu, anneye öldükten sonra, hiç kimsenin sahip olamadığı bir olgu –zaman- olarak veriliyor. Aynen yaşarken de olduğu gibi, ‘zaman’ kişiye en gereksinimi olmadığı boyutta veriliyor: ‘Bugün senin günün anne. Bugün ölüm günün. Bugünü al epe tepe kullan!’ ”
Yaşamın, zaman faktörüyle birlikte insanlara oyun oynadığına inanırdı hep. Yaşadıklarını, günün tarihi ile belirlenen rakamsal simgelerle sınırlar, dakikalar, saatler, günler, aylar içine hapseder; sonrasında başka tarihlerde olan olaylarla unutmaya çalışır, daha sonra unuttuklarını anımsamak için neden yaratır; anımsandıktan sonra duruma göre üzüntü, sevinç, hüzün, utanma, neşelenme, mutlu olma, kahkahalar atma, ağlama gibi değişik duyguların esiri olur ve yeniden kısır döngünün içine girerdi: başka bir olay, hatırlanması gereken bir başka tarih, onu unutturan yeni olaylar, yeni tarihler...
Bulanık olmayı seçmesi de yaşam ve zamanın duygularına da hükmettiklerine, olayları tarihlerinin yanı sıra duygularla da anımsadığına, bunun kendisini sınırladığına, özgürlüğünü yitirmesine neden olduğuna inanmasıyla başlamıştı.. Başlangıçta yaşam ve zamanın anımsattıklarından kaçışı anımsadığı olayı farklı şekilde yorumlayarak yapıyordu; “Hayır öyle demek istememiştim,” (kaçış cümlesi), “Hayır onu demek istememişti, ama onun da sorunları var olabilir, o yüzden böyle davranmıştır,” (üzülmemek için söylediği anlayış cümleleri), “Gelecek sefere daha dikkatli olacağım,” (kendine söylediği yenilgiyi kabullenme cümlesi).
Yaşam ve zamanın hayatını, yaşadıklarını, duygularını bu denli kontrolleri altında tuttuklarını algıladığı anda da çıkışın yaşanmamışları geçmişinin bir parçası yapmak olduğuna karar verdi.
“O kadar kolay ki,” diyordu, “yaşanmamışı anımsamak sadece hayal gücümün ne kadar geniş olduğuna bağlı. Yaşamadığım tüm sevgiler, tüm ilişkiler, söylemediğim tüm sözler, kullanmadığım tüm kelimeler, gitmediğim tüm mekânlar; mutluluklar, kadınlar, erkekler, zevkler, binmediğim arabalar, yazmadığım kitaplar, koklamadığım çiçekler, sulamadığım çimenler, altında kimseyi öpmediğim sokak lambaları, içinde huzurla uyumadığım yataklar, ten tene yaşamadığım gecenin sonrasındaki sabahlar; rüzgar, yağmur, bulut, kar, güneş, fırtına; tüm yeşillikler, turuncular, kırmızılar... her şey düş dünyamı ne kadar etkin kıldığıma bağlı. Aslında amacım ne biliyor musun?”
Bilmediğimi söylemiştim.
“Başkalarının deneyimlerini, onların çektiği acıları çekmeden sahiplenmek...”
Günün birinde, zaman denilen kavramı etkisiz hale getirmek için okuduğu bir kitaptan esinlenerek saatleri tersine çalıştırmaya karar verdiğini söyledi. Bunun için yaşanan zamanın dışına çıkmalıydı, tüm saatler, insanlar zaman kavramını geliştirdiklerinden beri aynı şekilde ve aynı sürelerle ileri gittiğine göre, onları geri çalıştırmak için yapması gereken, yeni bir zaman kavramı geliştirmekti. Bu da sadece kendine belirlediği bir boyutta ve zamanda yaşamasıyla olabilirdi, öylesine bir boyut ki, zaman dondurulabilecek, istediği hızda ilerlemesini veya gerilemesini sağlayabilecek; dolayısıyla yaşamın sundukları, anımsattıkları da sadece kendi kontrolünde olacaktı. Belli bir noktada, normal koşullarda sınırlı bir süreyle yaşayacağı bir olayı –bir öpüşme, bir sevişme- kendi boyutunda, duygular karşısındakine bağlı olmaksızın, istediği sürece yaşayabilecekti.
Bence yaşamında bir değişiklik yoktu ama bir süre kendi tanımlamasıyla “muhteşem felsefesine” uygun olarak yaşadı. Ancak gün geldi, istediğini istediği kadar yaşamak da yetmemeye başladı. “Aslında yaşanmamış bir geçmişe dönmek ve sıfır noktasından başlamak düşüncesi, geçmişimin kaldıramayacağım kadar ağır bir yük olduğunu algılamamla başlamıştı. Geriye baktığımda, kaçamadığım gerçek bir tokat gibi yüzüme vuruyordu: yaşam sadece yirmisinden kırklı yaşların ortasına kadar yaşanıyor. O andan itibaren her şey bir tekrar; yapılan konuşmalar aynı oluyor, tanışılan her kişi geçmişte kalan birine benziyor, gidilen her kent bir diğerinden parça taşıyor, tüm havaalanlarında dükkanların dizilişi aynı, anonslar hangi dilde yapılırsa yapılsın aynı anlaşılmazlıkta, tüm lokantalarda garsonlar aynı yapay nezaket içinde, hizmet etmeleri bir lütufmuş gibi benzer davranış sergilemekteler. Öylesine bir tekrar ki hiçbir amacım kalmadığını hissetmeye başlamıştım.”
Anlattığı kadarıyla sigarayı bırakmaya karar verdiğinde yaşadıkları söylediklerine tam bir örnekti. “Sevgilim daha ilk gün, ‘Geçen sefer de bırakmıştın, sadece bir ay dayanabilmiştin,’ dedi ve o an itibariyle takip edildiğimi hissetmeye başladım. Bir ayın dolmasına yirmi gün kaldı, bugün sigarayı bırakışımın on beşinci günü... Sanki otuz gün aşılması gereken bir barajmış gibi geliyordu. İnsanlar ben yanlarındayken bile yokmuşum gibi konuşmalarını sürdürüyorlardı. ‘Geçen sefer de bırakmıştı ama sadece bir ay dayanabilmişti.’ Kendimi tekrarlamam bekleniyordu sanki, aynı davranışları göstermem, aynı sözleri söylemem isteniyordu -Ne yapayım alışmışım bir kere, bırakamıyorum işte.- Fark ettim ki, benzer davranışlar göstermek, aynı sözleri söylemek etrafımdakiler için bir güvenceydi. Davranışları, söyledikleri ile adeta, ‘Ben seni tanıyorum, beni şöyle sevmiştin ve hep de böyle sevmeye devam etmelisin, şundan nefret ederdin ve nefret etmeye devam etmelisin, yaşam şeklin şuydu ve hep öyle kalmalı,’ diyorlardı. Zaman ilerliyor ve insan gelişen bir hayvandır kuramına hem koşut hem de zıt olarak söylemler devam ediyordu: ‘Geliş ama bizi şaşırtacak kadar değil,’ ‘Değiş ama davranışların aynı kalsın,’ ‘Konuş ama düşüncelerinde farklılık olmasın.’”
Onu arayışlara iten sürdürdüğü yaşamdan sıkılması mıydı, kendini sürekli olarak sorgulaması mıydı, yoksa her aman keşfedilecek yeni bir kıta, söylenecek yeni bir söz olduğuna inanması mıydı, bilmiyorum, ama her ne kadar kendine bile isimlendiremese de bir şeyleri aşmak istediğinden eminim. Yaşam kendisine anlatıldığı, öğretildiği gibi olmamalıydı, dünyaya gelmesindeki amaç düzenli ve güvenli bir işi, kendisini seven bir eşi, tatillerinde gidebileceği deniz kıyısında bir evi olmasından daha öte bir şeyler olmalıydı.
“Belki de yapmamız gereken zamanın ve boyutların getirdiği sınırlamalardan kurtulmak için kendi icadımız olan saatleri ikna etmek. Düşün, akrep yelkovanla aynı yönde gitmeye sıkıldığı için bir gece saat on ikide ters yöne gitmeye karar verse ve yelkovan buna sesini çıkarmasa. On ikiden sonra bir değil on bir, sonra da on gelse. Uyanmak için saatlerini gece on ikide sabah dörde kuranlar o gece sekiz saat uyusalar. Vaktinde uyananlar sadece saatlerini altıya kuranlar olur, onlar da altı otuzda evden çıkmak için saate baktıklarında beş otuz olduğunu görürler.
“Randevular birbirine girse. Sevgililer buluşamasa. Toplantılara yetişilemese. Uçakların kalkış saatleri karışsa. Yemek saatleri birbirine girse.”
Söyledikleri sanki gerçekleşebilirmiş, akrep ve yelkovanın birbirlerinden bağımsız hareket etmelerine olanak varmış, hatta yıllardan beri öyle oluyormuş gibi sordu.
“Bu karmaşada bile bir çift hâlâ eskisi gibi buluşup yaşamlarını sürdürebilmekteler. Bil bakalım bu çiftin özelliği ne?”
“...”
“Çiftin özelliği saat kullanmamaları! Akıllarına estiği zaman birbirlerini arıyorlar, saatin kaç olduğuna bağlı olmaksızın istedikleri vakitte buluşuyorlar. Onların kafalarında günler, haftalar, yaşananlar rakamlarla belirlenmekten ziyade birbirlerini düşünmelerine bağlı.
“Ama rakamlarla yaşamaya alışmış insanlar için çözüm var: saatlerini ters taksınlar.”
“Unutmaya çalıştığın ne?” diye sordum. “Yaşadığın boyuttan ve zamandan kurtulmaya çalışıyorsun ama nedenlerini söylemiyorsun. Seni anlamıyorum. Kendini anlatsan, nedenlerini söylesen belki daha iyi anlarım.”
Yüzüme baktı, sadece, “Sıkılıyorum,” dedi.
Sıkılmasının nedenlerini hiçbir zaman açıklamadı. Tanışıklığımız süresince nereden gelip nereye gittiği, geçmişi, neler yaşadığı, neden bulanık olmayı yeğlediği hakkında asla bilgi vermedi. Adeta tanınmamak istiyor, kendine göre söylemleri bu kadar açıkken soru sormamı da gereksiz buluyor gibiydi. Bir gün, “Biliyor musun,” dedi, “aslında tüm insanlar yaşamlarında iki olayda zamanı hapsedip yaşadıkları anı donduruyorlar.”
Tabi ki bilmiyordum.
“Seviştiğin zamanları düşün. Sevişirken, şu saatte başlaması, şu saate bitmesi gerekir diye saate bakmıyor, başlayalı ne kadar oldu diye merak etmiyorsun. Yaşadığın bir kaybolma duygusu –kaybolma ve başkasını da beraberinde kaybettirme-, düş gücün devreye giriyor, birlikte olduğun kişiyi veya başkaları düşlüyorsun. Günlük yaşamda kullanmadığın kelimeleri kullanıyorsun, hareketleri adalelerin, kemiklerinle sınırlı olan vücudun esnekleşiyor, sonradan nasıl yaptığını açıklayamadığın hareketler yapıyorsun. Önceden bilmediğin sesler çıkartıyorsun, ilkel dönemlerine geri dönüyor, inliyor, bağırıyor, çığlıklar atıyorsun; teslimiyetçi bir role bürünüyor, kendini bir başkasının kullanımına sunuyorsun; sonra birden canavarlaşıyorsun. Olmadık kokular duyuyor, bilinmedik tatlar alıyorsun. Parmakların bir başkasının teniyle o güne dek hiç dokunmadıkları şekilde temas ediyorlar, vücudunu bir başkasına sunuyorsun, bütünleşiyorsun. Yer çekimi ortadan kalkıyor, boşlukta uçuyorsun sanki, bir an soluksuz kalırken hemen sonrasında derin nefes alıyorsun. Yaptığın, gezegenler arası bir yolculuk, evrendeki yıldızlar içinde ufacık bir nokta olduğunu algılama serüveni. Aslında oynadığın kaybedenin olmadığı bir oyun, o güne dek tüm öğrendiklerinin, okuduklarının, kavramların, netliğin yitirildiği bir oyun ve sonunda gözlerini açıp saate baktığında galaksiler arası yaptığın bu yolculuğun, bu satırların okunmasından daha kısa bir sürede gerçekleştiğini fark ediyorsun.”
Coşmuştu, nefes almadan konuşuyordu artık.
“Zamanın donduğu ikinci olay da ölüm. Aslında bir anlık geçiş olarak tanımlanıyor, netlikten bulanıklık anına geçiş, bilinmeyen bir yok olma, ulaşılamaz bir yere gitme, sorulanlara yanıt verme zorunluluğunun olmadığı bir konum, birlikte gitmek isteyenin gidemediği, giden kişiyi de bırakamadığı süreç; bir sonlanış mı, başlangıç mı olduğu bilinmeyen bir dönüşüm ve maalesef çoğunluğun farkında olmadan yaşadığı bir değişim.
“Bir yaşam geçiyor, uğraşılarıyla, koşuşturmalarıyla; önce okullara gidiliyor: çalış, daha çok çalış komutları altında gözler bozuluyor; beyinler yıkanıyor; zamanla başkalarının talepleri kişinin kendinden beklediklerine dönüşüyor –çalışmalıyım, başarılı olmalıyım; sevmeliyim, kendimi sevdirmeliyim; beğenmeliyim, beğenilmeliyim. Daha büyük evlerde oturup, daha hızlı arabalara binip daha çok ve değişik yerlere ulaşmalıyım. Daha fazla takdir edilmeliyim; yapacak daha çok şey var, zaman yaratmalıyım; eşime, çocuğuma, evime ve işime vakit ayırmalıyım; herkesin peşinde olduğu ulaşılmazı, mükemmelliği, kendimce tanımlayamadığım o gerçeği yaratmalıyım.
“Ve her adım bir hücre daha öldürüyor, her ihtiras vücuttan bir hücre daha eksilmesine neden oluyor; takdir edilen başarıların alkışlarla karşılandığı her törende vücuttaki hücreler aralarında bir cenaze töreni daha yapıyorlar, kendisini yenileyemeyecek olan bir hücreyi daha gömüyorlar bilinmeyen bir yere...
İnsan farkında olmadan kazandığı savaşçı kimliği içinde zamanın dondurulabileceğini, geri sarılabileceğini, istediği noktada yeniden başlatılabileceğini algıladığında da bunu yapacak kadar cesur olmadığı için zaman nihai donma noktası geldiğinde panikliyor. Hücrelerinin cenaze törenlerine hiç katılmadığı, hastalık adı verilen kimi olgularla karşılaşıp iyileştiğinde kendi savaşmamış, bir takım aracılar kullanarak ‘iyilik’ haline gelmiş olduğundan, zamanın durma noktasında tek yapabildiği düşünmekten korktuğu, yıllardır değiştirmeye çalıştığı geçmişini düşünmek, onunla yüzleşmek oluyor.
“Zayıflamış, derisi pörsümüş, cildi incelmiş, kemikleri çıkmış, ağzı kurumuş, dudakları çatlamış, adaleleri erimiş, gözlerinin parlaklığı sönmüş, eskiden dar ve küçük olduğundan yakındığı yatağın içinde ufacık kalmışken, tek söyleyebildiği kelime, ‘Yorgunum,’ oluyor ve bir anda fark ediyor ki o çok uzun gibi görünen yaşamında olan bitenleri, aşklarını, sevişmelerini, üzüntülerini, nefretlerini; tanıdığı kişileri, yolda geride bıraktıklarını, geçtiklerini, bir kenara attıklarını, ismini bile hatırlayamadıklarını dakikalar içinde gözünün önünden geçirebiliyor. Anımsama sürecine başlarken saatin beş olduğunu görmüştür ölmekte olan kahramanımız, kendisine saatler boyu kadar uzun gelen bir süre geçmişini düşündükten sonra yeniden saate baktığında beşi beş geçmektedir. İnler ve ‘Zaman geçmek bilmiyor,’ der.
“En şanssız insan, kendisini kalıcı bulanıklık konumuna, zamanın durduğu noktaya götürecek olayın ayırdında olmayan insandır.”
Net olmayan bir fonun önünde net olmayan bir görüntüydü. Kimse nerede olduğunu, ne yaptığını göremiyor, ne konuştuğunu duyamıyor, ne düşündüğünü bilemiyordu.
Bir müddet merak ettiler. Gözlerini ovuşturanlar, gözlerini kısıp bakanlar oldu, ellerini olmayan güneşe siper yapmak için kaşlarının üzerine koydular, bulundukları yeri değiştirip başka açıdan bakmaya çalıştılar, bir sonuca varamayınca da toplanıp aralarında konuşmaya başladılar.
“Nereden gelmiş buraya?” diye sordu kimisi.
“Neden gelmiş?”
“Hep burada mı kalacak?”
“Nasıl böyle olmuş?”
“Hiç kıpırdamıyor gibi.”
“Acıkmaz mı, uykusu gelmez mi?”
“Yanına gitsek...”
“Ya biz de bulanık olursak...”
“Neden olalım ki?”
“Ama o bulanık...”
“O farklı.”
“Nereden biliyorsun?”
“.....”
Bir müddet sonra sesler uzaklaştı, önceleri onları net görürken, ben de onları bulanık görmeye başladım.giderek kayboldular.
Çok sonra onları yine net görebildiğimde, “Bir zamanlar bulanık görüntüsü olan bir adam vardı buralarda,” diye konuşuyorlardı.

20 temmuz – 13 agustos 2000, houston

Hiç yorum yok: