24 Kasım 2008 Pazartesi

AĞABEYİMİN ARDINDAN

AĞABEYİMİN ARDINDAN

Gördüğüm kişi ağabeyim değildi; yolda görsem acıyarak bakacağım ama hastalığını bilmeme karşın, acaba o mu diye aklıma getirmeyeceğim biriydi. Kirli sarı renkte bir ten, çökmüş avurtlar, yuvalarından fırlamış, panik içinde, başına neyin geldiğini, olup bitenin ne olduğunu anlamayan ifadeyle etrafa bakan gözler, kurumuş, çatlamış dudaklar… Hava sanki görülen, yakalanabilen bir şeymiş gibi başını öne götürüp ağzını açarak solumaya çalışma… İyiden iyiye incelmiş, derisi kemikler görülecek kadar saydamlaşmış parmaklarıyla kavradığı bardağı titreyen elleriyle zar zor ağzına yaklaştırıp bir yudum suyu içerken bile zorlanması… Şişten öte şiş bir karın… Konuşurken iki kelime arasında nefes almaya çalışması…

“Çok kötüyüm,” dedi ilk söz olarak.

“Sen kimsin?” diye haykırmak istedim, “ağabeyimin evinde, onun koltuğunda, onun kimliğinde oturan kişi, söyle kimsin sen? Dur bakalım bir dakika! Bu kadar kolay mı bir insanın kimliğini almak? Bu kadar kolay mı onun giysilerini, evini sahiplenmek? Senin ağabeyim olmadığını anlamayacak kadar aptal mı zannediyorsun beni? Onun sesini bile taklit edemiyorsun! O gür bir sesle konuşurdu, kelimeleri ardarda söylerdi, vurgular yapardı. Sense, ‘Kötüyüm,’ derken bile tıkanıyorsun. İki cümlesinin biri karşısındakini mutlaka güldürürdü. Sense iki kelimeyi bile bir araya getiremiyorsun! Üstelik iri yarı biriydi ağabeyim, kapılardan sığmazdı, uzun boyluydu, yapılıydı. Senin gibi yürümekten aciz, ufalmış, iki büklüm biri değildi. Rengi de seninkine benzemiyordu, senin gibi hasta görünümde değildi. Parmakları kalındı, elleri titremezdi. Gerçekten kötü birisin sen, ağabeyimin yerine geçip beni kandırmaya çalıştığın için. Söyle, sen kimsin?”

“Ne oldu bana? Halime bak. Hani böyle olmayacaktı?” dedi.

Pijamasının üstünü yukarı çekti, karnı davul gibi şiş ve gergindi. Cildinin üzerinde örümcek ağı gibi damarlar belirmişti. Sağ tarafa elini koydu, “Burası ağrıyor,” dedi, öksürükler ve nefes alma çabaları arasında. Tam karşımda oturuyordu ve güneş sahneyi aydınlatan ışık misali tam gösterdiği yere vuruyordu. “Biraz kaşır mısın burayı?” diye sordu.

“Kaşırsam ağabeyimin nerede olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum içimden, sonra yanına gittim, kaşımaya başladım. Sanki az bir bastırsam cildi delinecek ve içindekiler dışarı akacaktı. “Orada, dokunduğun yerde, içimde kötü bir şeyler var,” dedi, “kurtar beni onlardan.” Yanıtlamadım. Hafifçe inliyordu. Ağlamaya başladı. Söyleyecek kelime bulamamanın paniğine düştüm bir anda. “Bir şeyler yedin mi?” gibi aptalca bir soru sordum. “İçim istemiyor,” diye yanıtladı.

Kaşımayı bıraktım, teşekkür etti. Karşısındaki koltuğa oturdum yine. Tabii ki yemek için kendisini zorlamasının anlamsız olduğunu, ama ne bileyim, önünde sürekli olarak beyaz peynir veya sevdiği başka bir şey olduğu takdirde gün boyu azar azar yiyebileceğini söylediğim bilgece bir konuşma yaptım.

“Yalnız kalmaktan korkuyorum,” dedi.

“Dokunulmak istiyorum,” dedi.

“Yani,” dedim içimden, “sen ağabeyimin yerini aldığını zanneden pis, sefil yaratık, ağabeyim olduğun yönünde beni kandırmak için bula bula onun dokunulma isteğini mi buldun? Ben ona sarıldığımda o da bana öyle bir sarılırdı ki, nefes alamazdım kimi zaman. Sarıldığı zaman öyle bir ‘Ahmet’ciğim,’ derdi ki, hissederdim sevgisini. Sense, nereden öğrendiysen adımı, sadece ‘Ahmet,’ diyorsun, onu da tıkana tıkana zar zor telaffuz ediyorsun.”

Aslında, “Bana dokunun,” derken söylemek istediği, “beni yaşadığıma inandırın”dı. Titreyen elleriyle kendine dokunduğunda, yerini, kimliğini almış olan, tanıdığı Cem’i gün be gün yok eden, bir senedir savaştığı ama ne olduğunu bilmediği bir şeyle temas ediyordu. Kendi eli olması gereken beş parmaklı uzuv, yıllardır olduğu gibi başına, karnına, göğsüne, kolunun erişebileceği her yere gidiyordu. Ama temas sonrasında algıladığı her zamankinden farklıydı. Bir başkasıydı dokunduğu ama vücut kendi vücuduydu; el de kendi eli. Düştüğü şaşkınlıktan kurtulmak için de, “Bana dokunun,” diyordu, “dokunun ve benim hâlâ ben olduğumu söyleyin.”

Yerinden kalktı, kanepeye uzandı, yan döndü. “Rica etsem sırtımı kaşır mısın?”

Halıya oturdum, sırtını kaşımaya başladım.

“Akşamları kötü oluyorum,” dedi. “Sence neden acaba?”

“Gece olduğunda hastalar için vakit geçmek bilmez. Karanlık her zaman korkutucudur. Hasta olmayan insan bile yalnız kalmaktan korkar. Geceleri ise yalnızlık duygusunun doruğa çıktığı zamanlardır. Ama korkmana gerek yok. Uykun geldiğinde kendini rahat bırak ve uyu. Gevşek olmaya çalış. Merak etme geceleri hiçbir şey olmaz. Bak, geceleri uyuyamadığın için gündüzleri halsiz oluyorsun. O yüzden beslenmen bozuluyor. Kan sayımın hep düşük çıkıyor. İstersen şimdi uyu, ben yanındayken.”

Bunları söylediğimi ağabeyim duysaydı kahkahalarla gülerdi. Yine yazarlığımın tuttuğunu söylerdi. Başkasına anlatırken de dalga geçerdi. Ama onun yerine geçmeye çalışan kişi uyudu.

Teorik çözümler ne kolay, değil mi? Ve insana yönelik teorik çözümlerin uygulanabilenleri ne kadar az?

Sonra uyandı. Menemen yaptım, yedi.
Sonra su içti.
Sonra bacaklarına masaj yaptırdı.
Sonra soda içmesinde zarar olup olmadığını sordu.
Sonra kollarını sıkmamı istedi.
Sonra yattı.
Sonra kalktı, saati sordu.
Sonra çay istedi.
Sonra birinin gelip kendisine biyoenerji verdiğini, faydalı olup olmayacağını sordu.
Sonra çok sıvı almasının yararlı olup olmayacağını sordu.
Sonra tekrar sırtını kaşıttı.

Akşam balık vardı. Ayıkladım, yedi.
Sonra yorgun olduğunu ve içeri gidip uzanacağını söyledi. Ben de kalkınca neden yemediğimi sordu.

“Ağabeyimle yemeklerde sohbet ederdik. Önce içki içerken tadımlık bir şeyler getirtirdik. Sonra salata, ana yemek gelirdi. Etraftakilere bakıp onlar hakkında konuşurduk. Kimisini evlendirirdik, kimisinin daha toy olduğuna karar verirdik. Kimisi için, bizim yanımızda olsaydı neler konuşacağımızı düşlerdik. Sonra kahve içmeye başka yere giderdik. Sonra eve döndüğümüzde gece konuşmaları başlardı. Yine kahve içerdik. Televizyondaki program hakkında konuşurduk. Geçmişte yaptıklarımızdan bahsederdik. Gelecekte yapacaklarımızı alatırdık birbirimize. Birlikte yapacağımız şeyleri düşlerdik. Fıkralar anlatırdık. Dalga geçerdik.

“Şimdi sen, onun kılığında, karşıma geçmiş hem konuşmuyorsun, hem de yemiyorsun. Protesto ediyorum, ben de yemiyorum.”

Doyduğumu söyledim.

Akşam yatarken, ertesi sabah yanıma gelip gelemeyeceğini sordu.

Sabah, sanki onu geleceği anı biliyormuşum veya uyandığımı biliyormuş gibi, gözlerimi açtığım anda odaya geldi. Yatağın kenarına oturdu.

“Uzanacağım ama bacaklarımın arasında şarap şişeleri var.”
“Şimdi kaldırıyorum onları ağabey,” dedim yattığım yerden, “ haydi şimdi yat.”
“Ama kitaplar açık, sayfalarına ne olacak?”
“Onları da kapatırız. Bak, oldu bile.”

Uzandı, kollarını, sırtını okşamaya başladım. Bir süre sessiz kaldı.
“Bu kâbuslar, içinde olduğum zaman da kötü, olmadığım zaman da.”
“Önemli değil ağabey, ben de çok görürdüm.”

Günceme ağabeyimin geçen yıl gördüğü bir rüyayı yazmışım.

8 Ağustos, saat sabah karşı iki.

Biraz evvel ağabeyim uyandı. “Ölmemek için geldim,” diye çıktı odasından. Rüyasını anlattı:

Bir priz işi varmış ve o prizleri alanlar belli bir saatte öleceklermiş. O da ölecekler arasındaymış. Ölüme gelenler için bir tören yapılacakmış. Ağabeyim de bir sürü şeyler hazırlamış tören için; duvar kağıtları, süsler falan filan. Bunları hazırlamak için çok uğraşmış ve yorulmuş. Sonra bir sürü insan içinde yataklar olan bir odaya geçmişler. Saat onda hepsi öleceklermiş. Herkes yatmış. Ağabeyim bakmış, yatıp yorganı çeken ölecek, “Ölmemek için ne yapabilirim?” diye düşünmeye başlamış. Orada birini görmüş yardım istemek için konuşmaya çalışmış ama adam yüz vermemiş. O da bunu üzerine elindeki prizi ona fırlatmış. Priz adam gidene kadar köstekl saate dönüşmüş. Adam da saati ağabeyime geri fırlatmış. Konuşmamışlar. Sonra ağabeyim bakmış, herkes yatmış ve ölüm saati yaklaşıyor. Sıkıldığı veya konuşmak istediği takdirde yanıma gelebileceğini söylediğimi hatırlamış. Rüyasında odadan çıkmış. Balkondaymışım. Önümüz denizmiş ve teknelere işaretler yapıyormuşum. Onun üzerine, “Bu öyle olmayacak,” diyerek uyanmış.
Şimdi koltukta uyuyor.
Birkaç gece evvel de rüyasında merhum babasını gördüğünü söylemişti. Babası rüyasında önce, “Gel, bekliyorum,” demiş sonra da, “Gelme,” demiş.
Bu rüyaların sonuna, “Yorumları açık ve olumlu. Hastalıkla savaşacak,” yazmışım.

“Saçmalıyorum, değil mi?”
“Niye saçmalık olsun ki ağabey? Anlatman daha iyi, duymak isterim.”

Sessiz kaldı. Konu değiştirmek için yakınlarda poğaça, simit alabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Bir sokak ötedeki pastaneyi tarif etti, sonra birlikte gitmemizi istedi.

Sokağa çıktığımızda, “Biliyor musun?” dedi, “üç aydır ilk defa çıkıyorum.”

Yüz elli meterlik yolu yirmi dakikada yürüyüp pastaneye vardık. Oturduk, birer portakal suyu söyledik.

“Denizi o kadar özledim ki…”
“Seyretmeyi mi, girmeyi mi?”
“Girmeyi.”
“İstanbul’a gelebilirsin.”
“Nasıl?”
“Yataklıyla veya arabayla. Her gün görüşebiliriz, hiç de yalnız kalmasın.”

Dönüşte koluma girdi. Yorulduğunu söyledi, bir ağaca tutundu. Sanki ilk defa görüyormuş gibi etrafa bakmaya başladı.

“Buraları ne kadar değişti, değil mi?” diye konu açmaya çalıştım, yanıtlamadı.

Öğleden sonra bir ara yine ağladı. İyi olacağına inandırılmış ve sonrasında kandırıldığını anlamış olmasının verdiği ikilemle, artık kendi için bir şey yapamayacağını algılamanın isyanından doğan gözyaşlarıydı döktükleri.

Akşam ayrılmadan önce, bacaklarına masaj yapmamı istedi. Sonra, “Tabanlarıma dokunur musun?” dedi, “sonra da ayak parmaklarıma?”

Dışarıya karanlık çökmüşken, televizyonun sadece görüntüsü varken, odada kimsenin konuşmadığı o anda, ağabeyimin yerini almış kişiyi de sevmeye başladığımı fark ettim. Eskiden incecik olduğunu bildiğim, şimdi ise şişmiş olan o bacaklar çocukluğumda, okuldan geldiğimde gazete kağıdını top haline getirip benimle maç yapan; eski evin terasında bana poz verdirip resmimi çeken; bir tahtaya çiviler çakıp onu futbol sahasıa dönüştüren; Ankara’dan dönüşünü her seferinde heyecanla beklediğim, bir çok açıdan kendimle özdeşleştirdiğim, benzemeye çalıştığım birine aitti bir zamanlar. Ve ağabeyim, yerini almış o kişiyle yaşamak zorunda kaldığına göre, ben de yanında olabilirdim.

Trene bindiğim zaman elimde olmadan ağlamaya başladım. Biri geldi kompartmana. Neden ağladığımı sordu. “Hiç, önemli bir şey yok,” anlamında elimi salladım.

Aslında, “Çok seveceğimi zannettiğim biriyle tanıştım,” demek istiyordum.

3 yorum:

Canan Ketenoğlu dedi ki...

Ahmetçiğim, bloğundaki tüm öyküleri
okudum. En çok bu öykünden etkilendiğimi söyleyebilirim. Çok sevdim öykünü. Ellerine sağlık.

25 th February dedi ki...

Bunu ikinci kez okuyorum...Aglattı yeniden.

25 th February dedi ki...

Bunu ikinci kez okuyorum...Aglattı yeniden.