Yaşam ile ölüm arasındaki çizgi çok ince; bir an önce var olan bir an sonra 'yok' oluyor; bir gün önce hakkında şimdiki zaman veya geniş zaman kipiyle konuştuğumuz kişiden bir gün sonra geçmiş zaman kipinde bahsetmek durumda oluyoruz. Meslek yaşantım boyunca dağ gibi tabir edilen bir insanın yüreğinin son bir patlamayla sönüşünü ellerimin içinde hissettiğim de oldu, erken doğmuş bir bebeğin bana nanik yaparcasına başparmağını emerek yaşama asıldığını gördüğüm de. Sadece göz kapaklarını hareket ettirerek iletişim kurabilen locked in sendromu tanısı konmuş boyundan aşağısı felçli gencin beni yaşatmayın artık diye bakışlarını da izledim; bir deri bir kemik kalmış doksan yaşındaki mide kanserli hastanın gözleriyle, "Ne olur beni bırakmayın, yaşamak istiyorum," diyen fısıldamasını da duydum. bu nedenle bir intihar olayı duyduğumda içim karmakarışık oluyor; ince çizginin bu veya o tarafında olmanın an meselesi olduğu kadar, her zaman kişinin kendi tercihine bağlı olmadığı kanısına da kapılıyorum.
Çizginin öbür tarafına kendi tercihiyle geçenlerden biri intihar edeceğini iki yıl önce gazeteci arkadaşı Ahmet Mithat Efendi’ye bir mektupla bildirir.
"İntiharımı fenne tatbik edeceğim; şiryanlardan (damarlardan) birinin geçtiği mahalde cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini ibtal ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan-ı dem tevlidiyle (kan kaybıyla) terk-i hayat edeceğim.
Kan akmakta iken her zaman şiryanı sıkıca tutarak vesair tedbire müracaat ederek
muhafaza-i hayat mümkün olduğu halde azmimden nükul etmeyeceğim (geri dönmeyeceğim)!
Şairler söz ile pek çok kahramanlık satarlar; fakat fiiliyata gelince, böyle bir metanet göstereceklerinden pek emin değilim. Çünkü şu intihar, beyne bir tabanca sıkmak, kendini asmak veya suya atılmak gibi değildir. Onlara bir kere teşebbüs edilince, onu menetmek ihtiyarı elden gider."
24 Kanun-ı Sani sene 302
İki sene sonra dediğini yapar ve bilimsel bir çalışma yapıyormuş gibi yazar, bir yandan kan kaybederken:
"Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.
Canib-i zabıtadan gelecek tahkik memuruna: size anlatmağa mecbur olmadığım bazı esbabdan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi kendimi öldürdüm. Benim yazım ve imzam alem-i matbuatta bulunan muharrirlerce malumdur. Binaenaleyh beyhude işgüzarlık edeceğim diye zaten matem içinde bulunacak familyam azası hakkında bi-lüzum tahkikata girişip de onları iz'ac etmeyiniz. Şu itirafnamem intiharın vukusunu müsbittir. Sizin vazifeniz kağıdı alıp bir jurnal ile makama takdim etmekten ibarettir.
Vücudumu teşhir olunmak üzere Mekteb-i Tıbbiyye'ye teberrüan bahşettim. Cenaze oraya naklolunmalıdır.
5 Şubat 1887"
Okuduğunuzda irkildiğiniz bu satırlar ilk Türk materyalisti olarak tanınan Beşir Fuat’a ait intihar mektubundandır… Yaşamı kadar intiharı da ürperticidir. Son gecesinde evine gelip odasına kapanır hizmetçisine rahatsız edilmek istemediğini söyler. Vücuduna morfin enjekte ettikten sonra her zaman yanında taşıdığı neşterini çıkarır bileklerini dört yerinden keser gördüklerini son derece vakur bir şekilde yazar. İlkin çok sakindir ama narkozun etkisi geçmeye başlayınca dişlerini sıkmasına rağmen bağırır. Sesine gelen hizmetçisi şok olur görüntü karşısında hemen doktor çağırır, doktor yakın bir arkadaşıdır hemen müdahale eder ama Beşir Fuat’ın son sözleri dökülür dişlerinin arasından; "Beş dakikalık ömrüm kaldı boşuna uğraşma"… Sanki intihar eder gibi değil de, bilimsel bir deney yapar gibi, ölüm duygusuna hakim olmanın hazzını tadıp, merakını gidermenin tatlı hezeyanını yaşar gibi… Ölürken, ölmek üzereyken o an’ın hissiyatı ile yazabilmek duygusu, intihar mektubu olarak bilinen son olarak yazdıkları; mektuptan ziyade ölümle ilgili yapılmış bilimsel bir deneyin bitirilmemiş çalışma notlarını andırıyor. Mektubunun son kısmını mürekkebi yerine kanıyla yazmıştır, hatta bazı yerleri okunamayacak durumdadır.
Edebiyatla yoğun olarak yaşayanlar, kitaplarındaki karakterlere içlerindeki çoğul kişilikleri yansıtırlar. Bu kişiliklerden biri de ölümdür; kâh arkadaşıdır yazarın, kâh kaçtığı düşmanıdır. Yazar kelimeleri kullanarak ölümle alay eder, ondan korkmadığını hissettirmek istercesine. Kimi zaman da ölümü insanlardaki anlamazlığı ortaya çıkarmak için dizelerine yansıtır, Bukowski'nin yaptığı gibi:
“En iyiler genellikle intihar ederler,
sadece kaçmak için.
Ve geride kalanlar asla tam olarak anlayamazlar;
neden biri onlardan kaçmak istesin ki!..”
Sergey Yasenin ise kestiği bileklerinden akan kana kalemini bandırıp son şiirini yazdıktan sonra Leningrad’da bir otel odasında kendini kalorifer borularına asıp intihar etmiştir:
“Ayrılık Şiiri
Hoşça kal, dostum benim, hoşça kal artık,
Can dostum, seninle dolu gönlüm
Çok önceden belirlenen bu ayrılık
Buluşmayı vaat ediyor ilerde bir gün
Hoşça kal, dostum, el sıkışmadan, konuşmadan,
Hüzünlenme ve eğme kaşlarını, mutsuz,
Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm,
Ama yaşamak da yeni sayılmaz kuşkusuz.”
Büyük şair Mayakovski Yasenin’in ölümünden fazlasıyla etkilenir, kendi dizelerinde ona seslenmeden duramaz:
“Şu yaşamda en kolay iştir ölmek
Asıl güç olan
Yeni bir hayata
Başlamak”
Mayakovski dizelerinde, kelimelerin ardında arkadaşının ölümünü kabullenmediğini söylemekte, adeta ona yeni bir yaşamı neden düşünmedin diye sorarak isyan etmektedir. Belki de Yasenin'in intihar ederek kolay yolu seçtiğini, bir sanatçıya, bir şaire, kelime sihirbazına, metafor ustasına tercihinin kendi isteğiyle ölmek olmasını yakıştırmadığını söylemek istiyordur. Ama ne büyük bir trajik paradokstur ki, Mayakovski de güç olanı başaramamış ve hayatına kafasına sıktığı tek bir kurşunla genç yaşta son vermiştir.
***
Yaşam yolumun bir yerlerinde yazmaya başladım; bilinçli bir seçim değildi. Kelimeler bir gün kendiliklerinden gelmeye başladılar; öykü diye isimlendirdiğim çalışmalardan sonra bir gün romana dönüştü yazdıklarım. İlk kitabımda iki karakter vardı, biri kanserdi ve kanseri yaşarken bir yandan uzun yıllar önce yaşadığı bir sevgiyi düşünüyordu, sonunda ölüyordu, amacım kanserin de sevgi gibi duygusal bir yönü olduğunu vurgulamaktı. İkinci kitapta karakter sayısı dörde çıktı, romanında sonunda ikisi ölmüştü. Üçüncü kitabımda bir karakter yaşlıydı, öldü; bir başka karakter cinayete kurban gitti, bir diğeri ise intihar etti. Bir başka kitabımda ana karakter kitabın sonunda ölerek terk etti beni. Bu kitapların tümünde yaşamdan bahsettiğimi savlıyordum, ölümler asla ön planda değildi. Ve sonunda, belli çevrede tanınan bir yazar olduğumda, söyleşilere davet edildiğimde günün birinde yüzleşeceğimi bildiğim soru kaçamayacağım şekilde karşıma çıktı: Neden ölüm teması bu kadar sık?
Soruyu daha ileri götürdüm kafamda: Ölüm kavramı yaşamımıza ne zaman giriyor?
Benim kitaplarımdaki ölüm temasının sıklığını çözmek için Freudiyen bir yaklaşıma gerek yok, derin çözümlemeler yapmak da gerekmiyor. Aslında kimsenin ölümle olan iletişim/ilişki/düşüncelerini o kadar derin irdelemeye çalışmak anlamsız; düşünürseniz ölüme yaklaşımınızın yaşamınızın ilk yıllardında şekillendiğini göreceksiniz; çocukken büyüklerden biri öldüğünde size nasıl söylendiği, cenazeye götürülüp götürülmediğiniz... Evde dua olıp olmadığı... Ölümle ilgili sorduklarınıza verilen yanıtlar... Bir dönem Türk filmlerinin Abdulah Palay'ın sesinden duyduğumuz, o filmleri izlememiş olan yeni neslin bile bildiği klişe cümlesi: "Senin anneni melekler aldı yavrum..."
Ölüm yaşamın en demokratik öğesi, yaş, cinsiyet ayrımı yapmıyor; herkesi bir kez ziyaret eden, gittikten sonra ardında mutsuz, gözü yaşlı insanlar bırakan misafir. Bu, yaşamın kabul etmek zorunda olduğumuz gerçeği olabilir ama bir de ölüm nedenlerini düşünün: trafik kazaları (uykusuz/ içkili bir otobüs şoförü ve sonrasında kırk ölü, geride kalan mutsuzluğa mahkum edilmiş onlarca yakını), savaşlar, töre cinayetleri, aşk cinayetleri, hastalıklar... Evliliklerinin otuzuncu yılında kocanın cinnet geçirip bir gece karısını otuz yerinden bıçaklaması... Vapurdan inerken ayağı kayıp denize düşerek boğulan kişi... Kanserli veya AİDS'li olarak doğan çocuklar... Tabanca, bomba, roket, ip, ok, mızrak, insan eli... Ne çok silahı var ölümün değil mi?
Ama bir de mükemmel katil var tüm ölümlerin arkasında, o şoförü uykusuz olarak direksiyona oturtan, içkiliyim, araba kullanmamalıyım sağduyusunu beyninden yok eden... Kocaya cinnet geçirten... Öyle mükemmel bir katil ki, canını aldığı her kişinin geride bıraktıklarının mutsuzluğundan besleniyor sanki...
Geride kalanların mutsuzluğu kelimelerden çok gözyaşlarıyla yansıyor dışarı; isyan ettikleri katı gerçeği sorgulamaya başlarlarsa, isyanlarını sert kelimelere dökerlerse bir yere varamayacaklarının farkında oldukları için; çünkü yitirdikleri sadece sevdikleri değil, duyguları, geçmişi, ötesinde kendileridir:
"İnsanoğlu ölüme isyan eder, sevdiğinin yok oluşunu kabullenemez; aslında isyan ettiği ölüm değil, duyguların, emeğin yok olmasıdır, sevgi koymuştur ilişkisine, düşünce koymuştur, üzüntülü gününde kurak, kavrulmuş, çatlamış toprağa damlayan yağmur damlası gibi gelmiştir dostluğu sevdiğine, sabır göstermiştir, gün gelmiş kızgınlığını içinde attığı sessiz çığlıklarla kendinde hapsetmiştir; kimi zaman masum bir kar beyazlığında görünmüştür sevdiği ona, kimi zaman da fırtınalı denizde rüzgar uğultusu yansıtmıştır kulaklarına; bakışlarında ona hüzünlü gün batımı yaşatmıştır, varlığında huzur bulmuştur ve sonunda sevdiği renklere, kokulara, tatlara, tınılara dönüşmüştür; gördüğü kırmızı, soluduğu yaprak kokusu, duyduğu ezgidir uzaktayken bile sevdiğini yanında hissettiren ve biri öldüğü zaman onun artık var olmamasına olduğu kadar derinlerde bir yerde rengini göremeyeceğimize, kokusunun duyamayacağımıza, müziğini hissetmeyeceğimize de üzülürüz, hatta daha da derine inelim, çok çok derinlerde, aklımızın bir köşesinde günün birinde bizim de rengimizin, kokumuzun, tınımızın yok olacağı düşüncesi vardır; zaten bu nedenle değil midir kimi ölümlere -trafik kazasında, savaşta ölen gençlere, bebek ölümlerine, küçük yaşta hastalanıp ölenlere, haydi uzatmadan söyleyelim, tanımadığımız kişilerin ölümlerine bile- üzülür, kendimize dert ederiz? Ederiz çünkü kurşunlanan genç, bakımsızlıktan ölen bebek, arkadaşları gülüp eğlenirken adını bile söyleyemediği hastalığa yakalanıp ölen çocuk bizim oğlumuz, torunumuz, eşimiz, sevgilimiz, dostumuz olabilirdi ve yaşamımızın geri kalanında onun her gün solan fotoğrafını öpmek, yaşadığı derin sessizlikte onu solumaya, rengini, kokusunu, müziğini tek başımıza canlandırmaya çalışmak zorunda kalan biz olabilirdik; kabul edelim, yaşadığımız, duyduğumuz her ölüm aslında kendi ölümümüzdür.”
ae, mükemmel katil
İnsanoğlu var olduğundan beri iki büyük keşif yaptı: cinsellik ve ölüm.
Denilebilir ki, tarihin en büyük iki buluşundan biri olan cinsellik insanlığın başlamasıyla eş zamanlıdır ve insanlık tarihinde ilerlemeyi, gelişmeyi sağlayan binlerce dönüm noktasına, icada baktığımızda, atom bombasından da, aya gidebilmiş olmaktan da, buhar makinesinden de ileri bir buluştur. Zaman içinde her yeni icat bir öncekinin geçerliliğini ortadan kalkmasına neden olmuş, her deney, benzer bir başka deneyi çürüterek kendini kabul ettirmişken; sadece cinsellik kalmıştır insan yaşamında değişmeyen bir öğe olarak ve içinde sadece insan olan, mekanik hiç bir şey olmayan yegâne buluş hâlâ cinselliktir.
Ama elindekilerle hiçbir zaman yetinmeyen, hep daha iyiyi hak ettiğine inanan insanoğlu, belki de cinselliğin keşfindeki basitliği kabullenmek istemediği için sonraki dönemlerde bir hata yaptı: kaşiflerinin aksine cinselliği hep bir duygu veya olayla bağdaştırmaya çalıştı: Sevgi, aşk, merak, beğenme, ihanet, aldatma... Doğrular ve yanlışlar koydu cinselliğin içine, yasaklarla ve yaşanmasında sakınca olmayanlar olarak sınıfladı cinselliği.
Böyle olunca salt zevk alacağı başka bir şey icat etmek zorunda kaldı ve öldürmeyi keşfetti. Öldürmesi, kendi gibi olan birini yok etmesi, kendini güçlü hissetmekle eş anlama büründü. O kadar zevk aldı ki öldürmekten, başkasını yok ederek güçlü olduğunu hissetmekten, bireysel ölümler yetmedi, kitlesel ölümlere neden olacak silahlar geliştirdi. Zayıf insanoğlunun yaşam sloganına dönüştü kişiyi ortadan kaldırmak: Yaratamıyorum, öyleyse öldürürüm... Gerçek ölümler yetmedi insanoğluna... Baktı ki öldürmek çok basit, katile kendini güçlü hissettiriyor ama ölüm nasıl bir ansa, güçlülük hissi de bir an ve sonrasında ölen kişi huzura erirken, katil neden oduğunu bilmediği boşluğu yaşıyor; ölümü uzun süreye yaymaya karar verdi: düşüncelere ölüm, dedi; benim gibi olmayanlara hürriyet kısıtlaması, dedi; sürgünlere gönderdi, vatan hasretinden ölüm, dedi. Yaşarken ölü denilen bir homosapiyens grubu yarattı insanoğlu, aslında gerçekte öldürdüğü kendi içindeki sevgiyken ve tabii bu da edebiyata dizelerde yansıdı:
“Ölmek değildir ömürümüzün en feci işi
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
Yahya Kemal Beyatlı
Ölüm bir an, ölüme giden süreç ise oldukça uzun; günün birinde özyaşam öykümü yazarsam başlangıç cümlem, "1 Ağustos 1956"da ölmeye başlamışım" mı olur, bilmiyorum ama sevdiklerini yitirdikten sonra geride kalanlar, ölümü çok daha uzun bir sürede yaşıyorlar.
"Ölen biri geride kalanların yaşamından hemen yok olmuyor. Fiziksel varlığı kullandığı eşyalarda,giysilerinde, ortada açık bırakılmış olan son okuduğu kitapta, sevdiği koltukta, yarısını çözebildiği bir gün önceki gazetenin bulmacasında, içindekilerin yarısı içilmiş sigara paketinde yaşamaya devam ediyor. Geride kalanlar bunlara bir süre dokunamıyorlar. Öleni anımsatan her şey insanın kendisiyle oynadığı, onun hala yaşamaya devam ettiğine yönelik kandırmacanın bir parçası oluyor. Sonra bir gün birisi diş fırçasını ve tarağı atıyor, kitabı kaldırıyor, koltuğun yerini değiştiriyor. Kimse bunu yapanın kim olduğunu bilmiyor, öğrenmek de istemiyor; yaşanan ölümden sonraki ikinci veda sahnesidir. artık ne zaman sonlanacağı belli olmayan hayallerde yaşatma süreci başlıyor; görsel bir uyaran olmadan, geçmişin hatırlandığı, en güzeli bile buruk bir şekilde anımsana anılar zincirinin oluşturduğu süreç. bir aüre sonra yakınlarınızla onun hakkında tine konuşmaya başlayabiliyorsunuz, hakkında espriler yapıyor ve hatta o yaşıyormuş da bazı yönlerini değiştirebilirmiş gibi eleştiriyorsunuz. üçüncü sahne yaşanmaya başlanmıştır artık: herkesin bildiği, onun öldüğü gerçeği paylaşılabilen bir olguya dönüşüyor.”
ae, bir kaçışıtır yaşamak
Ve bir süre sonra doğum günlerinin yerini ölüm günleri alıyor. yaşlandıkça defterimizdeki, şimdilerde cep telefonlarımızda doğum günü anımsatıcılarındaki kişi sayısı azalıyor. Ölüm günlerini kaydetmiyoruz ama unutmuyoruz da, hatta ola ki unutmuşuzdur diye birbirimize hatırlatıyoruz.
"Yaşanmış gün geliyor unutuluyor, sadece bir kelime olarak kalıyor, ‘annem şu tarihte ölmüştü,’ bir müddet sonra ‘rahmetli annem’e dönüşüyor. Ölüm, tarih belirtilerek anımsandığında kişilik kazanıyor, o gün anneye ait bir gün oluyor; yaşarken tüm insanların ortak özelliği olan sahip olma duygusu, anneye öldükten sonra, hiç kimsenin sahip olamadığı bir olgu –zaman- olarak veriliyor. Aynen yaşarken de olduğu gibi, ‘zaman’ kişiye en gereksinimi olmadığı boyutta veriliyor: ‘Bugün senin günün anne. Bugün ölüm günün. Bugünü al tepe tepe kullan!’ ”
ae, bulanık adam
Ölüm denilen katı gerçekten, demokrasi timsalinden korkan, adını bile anmaktan çekinen insanoğlu, kimi zaman gün geliyor, onu bir kurtuluş olarak görüyor; hatta kendini bir şekilde sevdiğinin kaybına hazırlıyor. Babamı on sene süren bir hastalık sonucunda kaybettim, tüm süreçte yanındaydım. Tanı konduğu andan itibaren olacakları biliyordum; konuşmamış olmamıza rağmen belki ailecek biliyorduk. Fiziksel varlığının yok oluşuna kendimizi hazırlamadık; kimse hazırlayamayaz kendini bir yakınının yok oluşuna; ama o kişinin yok olacağı düşüncesi, yitirilmesinden sonra ne kadar üzüleceğim duyguyla birlikte beyninin, ruhunun bir yerlerinde dolaşır durur. Asla kelimelendirmez bunu, sanki dile dökülmesi o kaçınılmaz anın gelmesini hızlandıracakmış gibi... Ama kimi zaman ruh ve beyin, bedenin farkında olmadan hareket ederler:
“Yıkanması, temizlenmesi, yatırılıp kaldırılması, beslenmesi; yaşamının, yaşamımızın kolaylaşması için yardımcılar tuttuk ve bir gün ailecek, aramızda hiç konuşmamış olmamıza rağmen artık bir daha sokağa çıkamayacağına karar verdik. Annem bu noktada babamın eşyalarını, giysilerini dağıtmaya başladı.
Dolabını her açtığımda bir gömlek, bir kravat, bir palto birine verilmiş oluyordu; babam günün çoğu saatinde arka odadaki koltukta başı öne düşmüş, olan bitenin farkında olmadan uyuyor olmasına rağmen annem her seferinde fısıltıyla, “Üzülmesin diye gece yatarken topladım eşyalarını, sabah da o kalkmadan verdim,” veya, “Verirken bir bahane bulup kapısını kapattım,” diyordu.
Haftanın hangi günü olduğunu uzun süredir bilmeyen, yanına gittiğimde kendisini öpmeme, elini tutmama karşın varlığımın farkında olduğundan emin olmadığım, yemek yedirilirken bile gözlerini açmayan birinin eşyalarının dağıtıldığının fısıltıyla duyurulması veya kapalı kapıların ardında yapılması (ve yürüyemez hale geldikten sonra ablamın babama ayakkabı hediye etmesi) ne kadar kara mizahsa, artık hiç kullanmadığı, kullanamayacağı giysilerin başkalarına verilmesi de o kadar gerçekçiydi, ama yapılanın doğruluğunu kabul etmeme karşın içimde tanımlayamadığım bir duygu karmaşası yaşıyordum. Sanki eşyalarını birer birer birilerine vererek babamı yavaş yavaş evden uzaklaştırıyorduk. Bugün bir gömlek, yarın bir kravat, daha ertesi gün paltolarından biri ve derken sanki öyle olacaktı ki, son gün geldiğinde sadece babam ve üzerindeki giysiler kalacaktı evde ve onu yolcu ettikten sonra evde ona ait olan dokunulabilir hiçbir şey olmayacaktı. Sadece fotoğraflar ve anılarımızla baş başa kalacaktık; gözyaşlarımızı tutamadığımız dönemde kendimizle yaşayacaktık anılarımızı, daha cesur olduğumuz dönemlerde ise birbirimizle paylaşarak, adını söylemekten çekinmeyerek, korkmayarak. Sanki ilahlara sunulan adaklar gibi, o daha aramızdayken giysilerini elden çıkartarak kendimizi onun yokluğuna alıştırmaya çalışıyorduk. Onunla konuşamadığımız, ne dediğini anlayamadığımız için bir zamanlar ona ait olan, onun giydiği, kokusunun sindiği, dokunduğu gömlekleri, pijamaları, kazakları elden çıkartarak, onu bu hale getirene, bu halde olmasına duyduğumuz isyanın hıncını, bize onu anlatan ama konuştuğumuzda aynen kendisi gibi yanıt vermeyen giysilerden alıyorduk. Sanki, 'O bizimle konuşamıyor, burada ama kendi içinde uzaklarda bir yerde,' diye haykırıyorduk giden her cekete, 'O zaman size de kendinizi güvencede hissettiğiniz bu sıcak evde yer yok! Gidin artık!'”
ae, bir gölgenin ardından
Tibet Budistleri ölümden sonraki geçiş dönemüne bardo diyorlar. Ölen kişinin huzurlu bir bardo yaşaması ve yeniden bu dünyaya gelmeye karar verdiği takdirde dilediği gibi gelebilmesi için yaşarken yapabileceği şeyler var Budist inanca göre; bunlardan biri nefes alıyorken, varlığının farkındayken sahip olma duygusundan vazgeçmesi. (Diğerleri kızgınlık, kıskançlık, ihtiras gibi kişinin kendisiyle barış içinde aşamasını engelleyen duygulardan arınmak.) Babamın eşyalarını dağıtarak bardosunun huzurlu olmasını sağlamaya mı çalışıyorduk, bilmiyorum ama ölümünden sonra evde olabildiğince az eşyası olmasından memnundum, çünkü artık onu anımsatan nesneler değildi.
"Ve derinlerde bir yerde, babamı yaşatabilmek için; sanki hatırladığım her anı, verdiğimiz her giysinin yerini alarak onun evden uzaklaşmasını engelleyecek, her anı onu daha kalıcı hâle getirecek ve dolaplarda, çekmecelerde oluşan her boşluğun yeri hiçbir zaman gitmeyecek yoğunlukla dolacak, öyle ki, babam günün birinde gerçekten gittiğinde, giden sadece bir cisim olacak, kahkahalarını, duygularını, kokusunu, bakışını, dokunuşunu, rengini bizle bırakmış olarak..."
ae, bir gölgenin ardından
Ölüm: bir bilinmeyen
Ölüm: bir kalleş
Ölüm: bir geçiş
Ölüm: bir fahişe, herkesi alan, kimseye bir şey vermeyen
Ölüm: bir demokrat
Ne olursa olsun, o bilinmeyen kalleş geçici demokrat fahişe, sonrasında ne kadar eşitlikçi olduğunu da gösteriyor, üstelik bizleri kullanarak: hepimiz sonrasında aynı boyutlarda sosyal konutlarda beklemeye başlıyoruz geride bıraktıklarımızı; başımızda bir taş, üzerinde ismimiz, belki düz çizgiyle ayrılmış iki rakam -doğum ve ölüm tarihleri bile demiyorum o rakamlara, çünkü sadece cenin bilir ilk nefesini ne zaman aldığını ve sadece vefat eden bilir, bu dünyayı gerçekten ne zaman terk ettiğini- ve de belki meftayı anlatan üç beş kelime...
“Nereye gittiğimi, ne düşündüğümü bilmeden öylesine yürürken bir mezarın kenarına oturmuş orta yaşlarda bir kadın dikkatimi çekti. Modern giyimliydi, makyajlıydı ve oturduğu mezarda yatan kişinin bir ay önce gömüldüğü anlaşılıyordu taştaki tarihten. Kadının dudakları oynuyordu, neler dediğini duymuyordum, ama dua etmediğinden eminim. Arada gülümser gibi oluyordu, sonra yorulmuş gibi uzun süre sessiz kalıyor, etrafına bakıyor, sonra aklına yeni bir şey gelmiş bir ifadeyle yine konuşmaya başlıyordu...
Bir insan ölen biriyle mezarının başında ne konuşur? Onunla mı konuşur, ona mı konuşur? Fikir mi almaya mı yoksa kaybettiğinin mahkûm olduğu sonsuz sessizlikte ondan bir nefes almaya, bir ses duymaya mı çalışır? O gittikten sonra olanları mı anlatır ona? Birlikte oldukları yılların anılarını mı paylaşır, aklında söylenmedik bir şey kaldıysa onu mu söyler? Kaybedilen kişiyle mezarının başında olmak, onunla konuşurken yakınında olmaktan başka nedir ki? Gözlerimizi kaparsak onun yaşarken nasıl baktığını, yürüdüğünü, değişik zamanlarda yüzünün aldığı ifadeyi bile görebiliriz. Eğilip mezarın üzerindeki toprağa dokunabilir, normal zamanda kirli kahverengi bir şeyden başka anlamı olmayacak toprağı, salt sevdiğimiz orada yatıyor diye, sevgiyle, yumuşak bir şekilde okşayabiliriz. Belki yanımızda hissedebiliriz onu, hatta dokunacak kadar yakın olduğunu bile hissedebiliriz ama mezarlıktan ayrılırken o orada kalacaktır, bizse geldiğimiz gibi tek başına ayrılmaya mahkûmuzdur. Nihai noktada, mezarlıklar yitirdiğimiz kişinin artık gerçekten var olmadığını, bizimse yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuzu gösteren yerler. Ve mezarlıklardaki ağlama kaybettiğimize değil aslında, onu bir daha göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız, sesini duyamayacağımız, birlikte gülemeyeceğimiz için kendimize...”
ae, bir gölgenin ardından
Babamın vefatından üç gün önce liseden bir sınıf arkadaşıma acil müdahele yapmıştım. O günlerin stresi içinde nasıl bir müdahale yaptım, nasıl oldu da yapabildimbilmiyorum, hatırlamıyorum desem, inanın abartıyor olmam. Arkadaşıma iyileşmiş olarak eve gönderdiğim gün babam vefat etti.
“Sevgili Ahmet,
Bazen hiç öngöremeyeceğimiz şekilde oyunlar oynuyor hayat üzerimizde. Geçen Perşembe, ben böbreğimi tamamen kaybetme noktasına çok yaklaşmış halde senin yanına gelirken, sen de aynı dakikalarda babanı yoğun bakıma kaldırıyordun.
Son üç günü beraber, çok yoğun duygularla yaşadık. Sen beni yaşama döndürüp, hastaneden yolcu ederken, iki saat sonra babanın da huzur içinde son nefesini vererek bizlere veda edeceğini bilmiyorduk.
Yarın babanı uğurlayacaksanız. Ben orada olamayacağım ama, onun da sizlere son kez veda edip, bizim tahmin edemeyeceğimiz mucizelerle dolu bir yolculuğa başlayacağına eminim.
Bu dünyada nefes alsak da, almasak da bizi birbirimize bağlayan sevgi var olmaya devam edecek.”
ae, bir gölgenin ardından
Şahit olduğumuz her ölüm kendi ölümümüzün provasıdır.
Ve sadece geride kalanlar tarafından sevgiye hatırlananlar cennete gidebilir. Diğerleri ise beni ilgilendirmiyor bile.
3 yorum:
Daha güzel daha insanca anlatılamazmış hep duyup, "fakat" anlatamadıklarımız…
6 yıl önce - Prş 30 Ekm 2008, 19:01
Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri bir gün Sarayburnundan Üsküdara sandalla dönüyormuş..Sandalda kürekleri çeken sandalcı ve müridi de varmış..Deniz bir ara dalgalanmaya başlamış Aziz Mahmud Hüdai Hz.lerinin müridi de korkudan sandala adeta yapışmış dehşet içerisinde..
bunu gören A.Mahmud Hüdai Hz.leri müridine bu korkusunun nedenini sormuş o da:
''Görmüyormusunuz hazretleri ölümle aramızda sadece bir tahta parçası var''.demiş
Sağ salim Üsküdara varmışlar sandaldan indikten sonra Aziz Mahmud Hüdai Hz.leri müridine dönmüş ve şöyle demiş:
''Şimdi ölümle aramızda o tahta parçası da yok:''
SAYGILAR
Bu Mayo Clinic'ten genel bir mesajdır ve böbrek satın almakla ilgileniyoruz, eğer bir böbrek satmak istiyorsanız, lütfen aşağıdaki e-posta adresimizden doğrudan bizimle iletişime geçin.
mayocareclinic@gmail.com
Not: Bu güvenli bir işlemdir ve güvenliğiniz garanti edilir.
Daha fazla bilgi için lütfen bize bir e-posta mesajı gönderin.
Yorum Gönder