RUHTAKİ ÇİÇEK
İki yanında badanası aşınmış, yer yer dökülmüş, giriş kapıları paslı apartmanların sıralandığı çıkmaz sokağın bitiminde, boş bir arsanın hemen yanındaki apartmanın ikinci katındaydı taşındığım daire. Kaldırımdaki taşlar yerlerinden çıkmış, kimi yerlerde hepten kaybolmuştu; bir zamanlar asfalt olan sokaktaki çatlakların arasına, çukurlara birikmiş olan yağmur suları, kimbilir ne zaman, kimin tarafından atıldığı belli olmayan bira şişeleri, kola kutuları, kimisini ağzı bağlı , kimisinin içindekiler sağa sola saçılmış naylon torbalarla birlikte, “Eskiyiz ve yorgunuz,” diye haykırıyorlardı adeta; “Eskiyiz, yorgunuz ve bize dokunmayın. Bu şekilde, giderek kirlenerek, ıslanarak yok olacağız.”
Yorgun haline tezatmışçasına, belediyenin sokağın girişine yeni koymuş olduğu belli olan tabela da, tabelada kırmızı üzerine beyaz harflerle yazılmış isim de alay eder gibiydi: “Biz Sokağı.” Taşınmadan evvelki gidiş gelişlerimde ne pencerelerden, ne perde aralarından bakan kimseyi gördüğüm, ne de çocukların oynadığı bu sokağa “Biz” gibi aidiyet, birleştiricilik duygusu veren bir isim vermek hangi aklı evvel görevlinin işiydi bilmiyorum ama, taşındığım apartmanın, giriş üzerindeki camda, sarımsı renkte, kimisi aşınmış harflerle yazılı olan adı, binanın başka hiçbir yerde değil, sadece o sokakta, sokağın sonunda ve boş arsanın yanında olabileceğini simgeliyordu: “Yalnızlar apartmanı.”
Apartman üç katlıydı, adını ilk gördüğümde, Peyami Sefa hayranı birinin yaptırdığını düşlemiştim. Önce yakınları tarafından terk edilmiş biri olduğu düşmüştü aklıma, sonra bundan vaz geçip, çevresinde bir sürü insan varken, günleri kahkahalarla geçerken, bir anı bile boş değilken, aslında kimseyle yakın olamayan, dertlerini paylaşacağı, içini dökeceği kimse olmayan birini hayal etmeye başlamıştım. Onu patron olarak görüyordum; odasına giren çıkan sekreterleri, bir dediğini iki etmeyen çalışanları vardı. Ağzından çıkan tek bir kelimeyle fabrikalar alıp satıyor, milyarlarca lirayla oyuncak gibi oynuyordu. Suratı her dem asık değilse de, nadiren gülüyordu. Öğlen yemeklerini hep birileriyle, gürültülü konuşmaların yapıldığı, üzerinde sigara, püro dumanlarının sis oluşturduğu masalarda yiyordu. Akşamları şoförünün kullandığın arabayla gittiği evinde onu her dem bakımlı, makyajlı karısı karşılıyor, yemekte işten hiç bahsetmiyor, ahçının hazırladığı, hizmetçinin servis ettiği yemekleri yerken hafta sonu gidecekleri kayak gezisinden veya sömestir tatilinde çocukları nereye götüreceklerinden konuşuyorlardı. Bir metresi vardı, haftanın belli günlerinde onunla buluşuyor, öğle sonrasını birlikte geçiriyorlardı. Başlarda metresine içini açabileceğini, aklından geçenleri söyleyebileceğini düşünmüştü, ama kısa bir süre sonra evliliğinde yaşadığı monotonluğun bir benzerini bu beraberlilğinde de yaşamaya başlamış ve nihayetinde abartılı cinselliğin yaşandığı tali bir yaşama dönüşmüştü kaçamakları; metresi onun eşini bırakıp kendisiyle evlenmesi hayallerini, o da gerçek kendini paylaşabileceği düşlerini bir yana atmışlardı. Nedensiz, amaçsız, geçirilen saatler sonrasında içlerindeki boşluk duygusununu daha da derinleştiren, daha da belirgin hale getiren zaman dilimleriydi yaşadıkları. Sadece şoförü biliyordu metresin varlığını, o da yıllardır yanında çalıştığı patronuna duyduğu sadakate uyar bir şekilde onu saatler boyu kapısında beklediği apartmandan eve götürürken hiç ağzını açmıyor, kimi zaman metrese alınan pahalı hediyeleri teslim ederken, “Beyefendi bunu size gönderdi,”den başka tek bir kelime etmiyordu. Adamsa hissettiklerini, istemlerini sadece şoförüyle paylaşıyordu; bunlar da, “Yorgunum,” veya, “Bugün eve sahil yolundan gidelim, denizi görmeyi özledim,”den ibaretti.
Ve etrafındaki kalabalığa, mutlu görünen evliliğine, kendisini seven çocuklarına, yatakta her türlü isteğine evet diyen metresine karşı insanların gözlerine bakamayan, konuşamayan, konuştuğunda kendisini anlatamayan, belki kendisine bile uzak olan adamın bir gün canına tak demiş, nasıl olduysa kentin, belki hayatında bir kez geçtiği bu düşük semtinin terk edilmiş sokağındaki arsayı almış ve belki de sadece yalnızların oturmasını düşlediği apartmanı inşa ettirmiş ve sonrasında da ne olduğuyla ilgilenmemişti bile. Belki karısının, çocuklarının, metresinin, mirasçılarının haberleri bile yoktu Yalnızlar apartmanının varlığından. Belki iş gezisine gidiyorum diye evden uzaklaştığı kimi zamanları burada, kendi için hazırlattığı üst dairede geçirmişti. Belki yalnızlığıyla başbaşa kaldığı zamanlarda burada da bir iki macera yaşamıştı. Belki herşeyi, ailesini, işini, şatafatlı yaşamını bırakıp, kimliğini, ismini değiştirip, geçmişini kimsenin bilmediği bu semtte, yeni, gerçek diyebileceği bir yaşama başlamayı düşünmüştü. Çocuklarına kendisini yalnız hissettiğini, neden böyle bir adım atması gerektiğini açıklayacak, karısına hiçbir şey söylemeyecek, metresine de pahalı bir hediye gönderip kendini unutturacaktı.
Herşeyi hazırlamıştı, işlerinin devri, konuşurken çocuklarına söyleyecekleri, yeni yaşamına başlayabilmesi için yanına neler alması gerektiği... Hepsi kafasında hazırdı. Ama bir noktada ne olduğunu çıkartamadığım birşeyler olmuş, kendisini gerçek yaşamına kavuşturacak adımı atamamıştı. Belki cesareti kırılmıştı, belki yaşlandığını hissetmişti, belki korkmuştu; ama ne olursa olsun, olduğu yerde kalmıştı. Sonrasında bir süre içine kapanmış, yanındakileri kendisinden uzaklaştırmış, her zamankinden daha da ulaşılmaz olmuştu.
Eski iş adamı kimliğine geri döndüğü gün de apartmanı sadık şoförüne devretmiş, “O adımı atsaydım acaba yaşamım nasıl olurdu?” sorusunu kendisine ne zaman soracağını bilmediği geleceği yaşamaya başlamış, bir daha da Biz Sokağı’nın yakınından bile geçmemişti.
Loş ışık veren ampülün aydınlattığı merdivenlerden çıkarken, bir yandan da kapıcının bitkin bir tonda anlattıklarını dinliyordum. “Girişte ben oturuyorum. Karşı dairenizde üniversitede okuyan iki genç var. Sizin üstünüzdeki daire boş. Buraya taşınanlar hep bir senede gidiyorlar. İnşallah siz kalıcı olursunuz.” Taşınırken, eşyalarımın azlığından –bir masa, bir yatak, iki koltuk, iki sandalye, müzik seti ve daktilo- olsa gerek aynı soruyu başka kelimelerle sormuştu. “Televizyon sonra mı gelecek?” Öyle bir tonda sormuştu ki, sanki televizyonun varlığı, her akşam diğer evlerle aynı anda açılması, ince duvarlardan geçen mekanik seslerin birbirine karışması, izlenen birbirinden anlamsız dizilerden pencerelere yansıyan renksiz, karaktersiz ışıklar ona göre, Biz sokağı Yalnızlar apartmanı komününün kalıcılık simgesiydi.
“İnşallah siz kalıcı olursunuz,” derken, sesinde ne kısa süre kalıp gidenlere yönelik bir serzeniş vardı, ne de kalıcı olursam çok güzel ve değişik şeylerin olacağı yönünde bir vaat. Sanki o da binayı yapan kişi gibi çoktan dış dünyayla ilişkisini kesmiş,kendine “ Köyümde kalsaydım yaşamım acaba nasıl olurdu?” sorusunu sormayı çoktan bırakmıştı. Konuşmuş olmak için, apartmanda ne kadardır kapıcılık yaptığını sordum. Kısaca, “Uzun süredir,” diye yanıtladı.
“Apartman inşa edildiğinden beri mi?”
“Hep.”
Aklıma onlarca soru geldi. Binayı kimin yaptırdığı, şimdi nerede olduğu, kiralarken neden mal sahibinin ortalarda görünmediği, işleri neden kapıcı aracılığıyla yürüttüğü, apartmanda daha önceden kimlerin oturduğu, neden kısa sürede yeniden taşındıkları, mahallenin neden bakımsız olduğu, neden sokakta kimsenin olmadığı... Hepsini sezmiş, hiçbirine yanıt vermek istemiyormuşçasına, ellerimdeki bavullara aldırmaksızın cebinden çıkarttığı anahtarı uzattı, bilge bir tonda, “İnsan evinin kapısını kendi açmalı,” dedi ve bir şey söylememe fırsat kalmadan döndü, gitti.
Çevremdekilere haber vermeden, kimsenin beni bulamayacağından emin olduğum bu daireyi kitabımı yazmak için kiralamıştım. Kendisinde değişime, yaşadığı anın ruhunda çiçek açmasına neden olacak olan anı, duyguyu arayan bir adamın öyküsü olacaktı romanım. Ve adam, o anı yakaladığında, her şeyi bırakacak ve yaşamının geri kalan bölümünü sadece o anın verdiği huzur ve mutluluğu içinde tekrar tekrar yaşayarak geçirecekti.
Yeni evimde geçirdiğim ilk gece beni uykudan uyandıran gökgürültüsü müydü, başlayan şiddetli yağmurun camlarda yankılanması mıydı, bilmiyorum ama üst kattan gelen tıkırtıları uyku ile uyanıklık arasındaki yaşanmayan zamanı aşıp pencerelerin sıkıca kapalı olduğunu kontrol ettikten sonra yeniden yattığımda fark ettim. Önce çatıda bir yerden sızıntı olduğunu, su damladığını zannettim, ama kısa bir süre dinlediğimde duyduğum, “Tıp, tıp,” gibilerinden bir ses değildi. Sanki birisi terliklerini sürüyerek yürüyordu kapıcının boş olduğunu söylediği dairede. Gece sessizliğinde çıkarttığı sesin farkında olan ve alt katta oturanları rahatsız etmek istemeyen birinin yürüyüşü gibiydi. Arka arkaya iki üç adım atılmış gibi hışırtı geliyor, sonra bir sessizlik oluyor, derken daha hafif bir hışırtı duyuyordum. Yürüyen her kimse, adeta ayaklarını yerden kaldırarak ilerlemekte zorluk çekiyor, bunun için çaba gösteriyor ama başaramıyordu.
Dikkatle dinlediğimde terliklerin sürtünme sesinin kesildiği anlarda yukardakinin soluk soluğa kaldığını, nefes almaya çalıştığını duydum. Öksürmüyordu, boğazını temizlemeye çalışmıyordu, sadece hırıltıydı duyduğum.
Yaşlı, kilolu bir adam canlandı gözlerimin önünde. Yıllardır içtiği sigara yürümesi bir yana, oturduğu yerden kalkmasını bile zorlu bir hâle getirmişti. Ağır vücudunu taşıması, ihtiyacı olan havayı soluması bile olağanüstü çaba göstermesi gereken işlerdi artık onun için. İki adımda bir duruyor, koltuğun kenarına veya masaya tutunup soluklanıyordu. Durduğu zamanlarda, az da olsa düzenli nefes almaya başladıktan sonra hemen yürümüyor, sanki ilerlemesine engel olan nefes nefese kalması değilmiş de, bir turistmiş ve isteyerek durmuş gibi, ilk defa görüyormuşçasına, yıllardır yaşamının sessiz tanıkları olan duvarlara, eski takvim yapraklarından kesilip çerçeveletilmiş kimisi kırmızılı turunculu sonbaharı, kimisi çok uzaklardaki, bir zamanlar gitmeyi hayal ettiği, hatta hayallerinde nice kereler gittiği, güneşin hep ışıldadığı, denizin türküaz, mavi rengini hiç kaybetmediği çerçeveletilmiş resimlere, camlı dolapta yerleri nicedir değiştirilmemiş olan bardaklara, biblolara, goblen kumaşla kaplı koltuklara, salonu için çok büyük olduğunu bilmesine rağmen çok severek aldığı ayakları kıvrımlı masif maun masaya bakıyor, gördüklerinden tatmin olduğu –yeniden bir iki adım atacak gücü kendinde bulduğu- zaman da bedenini bir sonraki molaya kadar sürüklemeye devam ediyor, hedefi olan pencerenin yanındaki koltuğuna nihayet ulaşıyordu.
Yemeklerini kapıcının karısı hazırlıyordu; üç dört günde bir uğrayan, hastalığının başlarında bir kaç kez bu daireyi bırakmasını, yanına taşınmasını öneren uzaktan bir akrabası da vardı. O zamanlar şimdiye göre çok daha iyiydi, daha da iyi olacağına inanıyordu; ama tahminlerinin aksine durumu kötüleşmişti. Akraba bir süre sonra birlikte oturma önerisini, “Bir huzur evine yerleşsen... Orada günün her saati yardımcı olacak görevliler var,”a dönüştürmüştü ama adam hâlâ düzeleceğine inanıyordu. Bir de, akrabasının önerisi her ne kadar mantıklı olsa da, kendini yabancı bir yerde, başkasının bakımında göremiyordu. “Hayır,” demişti akrabasına, “beni başından atmak istemediğini biliyorum ama evimde kalmak istiyorum. Daha kötü olursam, belki...” Bunu söylerken o “belki”ye ne zaman nasıl karar vereceğini kendisinin de bilmediğini düşünmüştü.
Sabah perdeleri açıp yağmurun dindiğini, Biz sokağının bir önceki güne göre daha pis ve düzensiz olduğunu gördükten, kahvemi içip gazetelere göz gezdirdikten nice sonra gece duyduğum sesler aklıma düştü. Düşündükçe rüya olamayacak kadar gerçek olduğuna karar verdim yaşadıklarımın; hırıltılı solunum, terliklerin yere sürtünme sesleri neredeyse hâlâ kulaklarımdaydı. Elimde olmadan tavana baktım, sonra yaşlı adamı, adamın yalnızlığını, salon duvarlarındaki resimleri, masayı, goblen kumaşla kaplı koltukları hatırladığımda bu sefer yaşadıklarımın gerçek olamayacak kadar gerçek olduğuna, gerçek gibi yaşanmış bir rüya olduğuna karar verdim. Bir yerlerde gece uykudayken kimi ruhların bedenden ayrılıp özgürce dolaştıklarını okumuştum. “Özgür kalan ruh seyahat eder, geçmişer de gider, geleceğe de,” diye yazmıştı yazar; “Kimi zaman gittiği yerleri sadece ziyaret eder, kimi zamansa orada yaşananın bir parçası olur. Parçası olduğunda aslında orada yaşamak istiyordur. Böyle zamanlarda gittiği yeri kendine saklamaz, ait olduğu bedene de gösterir. Dokunabilecek kadar yakın, yaşanmış kadar gerçek olan rüyalar bunlardır. Gerçek iman sahibi, ruhların varlığına, ölümsüzlüğüne inanan kişi de bu durumda ruhunun isteğini yerine getirmeli, ruhun kimi zaman sembollerle gösterdiği bu yeri aramalı, bulmalı ve ruhuyla birlikte orada yaşamalıdır. Beden ancak ruhunu memnun ettiği zaman huzura erer. Ruhunun isteğini yerine getirmeyen bedense sonsuz yalnızlığa mahkumdur. ”
Gün boyu dakitilonun başında çalışırken zaman zaman müzik setini kapatıp elimden geldiğince sessizleşerek üst katta ses olup olmadığını dinlemedim dersem yalan olur. Ama çıt yoktu, zaten bir süre sonra yazmakta olduğum kitaba kitaba o kadar daldım ki, akşama doğru bir gece önce yaşadıklarım neredeyse tümüyle aklımdan çıkmıştı.
Gece olup yatağıma uzandığımda oldukça verimli bir gün geçirdiğimi düşündüm, epeydir bu denli rahat yazmamıştım. Son bir aydır okumakta zorlandığım kitap bile daha bir kolay okunur gibime geldi. Kaç sayfa okuyabildiğimi hatırlamıyorum ama karşımdaki harfler birbirine karıştığında, okuduğum son birkaç satırdan hiçbir şey anlamadığımı fark edip yeniden okumaya çalıştığımda ışığı kapatıp kendimi karanlığa bıraktım.
Uyandığımda bir gece önceki sesler daha belirgindi, neredeyse yan odadan geliyordu. Nasıl olduğunu anlamadan yataktan fırlayıp, kendimi şaşırtan bir hızla salona koştum. Kimse yoktu. Kilometrelerce koşmuş gibi nefes nefese kalmıştım, o kadar ki, solumam toparlanana dek yakındaki sandalyeye tutunmak zorunda kaldım.
Koltuğa oturduğumda beni uyandıran sesler yerini üst kattan gelen uğultulara bırakmıştı; iki kişi konuşuyordu. Boğuk, anlamsız uğultular duyuyordum. Arada sessizlik olan , cümleler bir yana, tek bir kelimesini bile tam olarak anlayamadığım bir konuşmaydı. Biri bir şeyler söylüyor, sonrasında sabırla karşısındakinin yanıt vermesini bekliyor gibiydi. Birinin uğultuları daha uzun, diğerinin daha kısaydı. Kısa konuşan yaşlı adam olmalı diye düşündüm, arada derin nefesler alıyor; konuşmak bile artık onun için bir yük. Karşısındaki? Karşısındaki uzaktan akrabası olabilirdi, bugün ziyarete gelmiş, adamın durumunun pek iyi olmadığını gördüğünde gece yalnız bırakmak istememişti. Şimdi, gecenin bu ilerlemiş saatinde, organlarıyla, soluğuyla, yaşamıyla tükenmiş olan yaşlı adama bir yandan yalnız olmadığını hissettirmeye çalışırken bir yandan da artık huzur evine, hatta bir hastaneye yatma vakti geldiğine ikna etmeye çabalıyordu. “Oralarda seni daha rahat ettirirler, daha farklı ilaçlar verirler, kendini daha iyi hissedersin, daha düzenli beslenirsin,” derken aslında içinden, “Bir gün gelip kapıyı açtığımda seni yatağında veya salonda yerde veya tuvalette kim bilir ne zaman düşmüş, ne kadardır ölü olduğunu bilmeden bulmak istemiyorum,” diyordu. “Seni o şekilde görmek, sonra gereken işlemler için belediyeye, doktora, polise telefon etmek zorunda kalmak, bir takım raporlara kötü türkçeyle yazılacak laflar etmek istemiyorum. Ölürken yalnız olmandan, cesedini tek başıma bulmaktan korkuyorum.”
Peki ya nasıl olmuştu da gündüz hiç ses duymamıştım? Belki çalışmaya çok dalmıştım, belki gündüz de üst kattan sesler geliyordu ama daktilomun tuşlarından çıkan, önümdeki sayfada beliren kelimelerin yarattığı müzik beni başka seslere sağırlaştırmıştı.
Belki de kapıcı yukarıdadır diye düşündüm, gündüz akrabası gelmiş ve adamın durumunun kötü olduğunu görmüş olsaydı, ne yapıp yapıp onu bir hastaneye götürürdü. Yaşlı adam kendini her zamankinden daha kötü hissedince kapıcıya haber vermiş, o da gelmişti. Kapıcıydı adama gecenin bu saatinde yoldaşlık eden; ama bunu düşünür düşünmez de aklıma kapıcının üst katta kimsenin oturmadığını söylediği geldi. Terliklerin sürtme sesi, sesli solumalar, şimdi duyduğum uğultular; bunlar gerçekti; üst katımda birisi yaşıyordu. “Kapıcı sana yalan söyledi,” dedi içimden bir ses, bir başka ses de, “Ne gerek vardı yalan söylemesine?” diye yanıtladı anında. “Üst katınızda geceleri ayaklarını sürüyerek yürüyen bir adam var,” dediği takdirde bu daireyi tutmayacağımdan mı korkmuştu? Veya Yalnızlar apartmanında kalıcı olmayacağımdan mı? Üstelik üst katta yaşlı, hasta bir adamın oturduğunun gizlemesinin ne anlamı olabilirdi ki? Her yanıtın yeni bir soru doğuracağı kısır döngüden kurtulmakiçin kalktım, hâlâ tam olarak yerleştiremediğim kitapların arasından ruhlarla ilgili kitabı buldum.
“Bazı ruhlar cezalandırılır, bedenleri yok olduktan sonra fâni dünyada yaşamaya devam ederler. Lanetli, cezalı, kıyamete dek yalnızlığa mahkûm edilmiş ruhlardır bunlar. Günahı beden işledi, ruhun günahla ne ilişkisi olabilir ki? diye yalvarırlar. Onlara beden soluduğu sürece ruhla bir bütün olduğu hatırlatılır. Sonsuz istirahate kabul edilmezler. Fâni dünyayla ahret arasında bir yerlerdedirler. Yeni bir beden verilmez onlara, affolmaları için suçlarının ne olduğu da bildirilmez, arasınlar ve kendileri bulsunlar istenir. Bu ruhlar bedenlerini son gördükleri yere geri dönerler, beklerler ki orası kendilerini sahiplensin ve rahat etsinler. Hatalarını bulmak için bedenlerinin tüm yaşamını yeniden yaşamaya çalışırlar. Gaflet içinde olduklarından bilmezler ki tüm çabaları boşunadır. Cezaları zamandır, sadece süreleri dolduğunda affedileceklerdir.”
Üst katta bedeniyle birlikte işlediği günahın ne olduğunu arayan bir ruh..?
O gece salondaki koltukta uyuyakalmışım.
Uyandığımda saatin kaç olduğuna bakmaksızın kapıcının oturduğu daireye gittim. Sadece bir karış açılan kapının aralığında ağzını ve burnunu yemeniyle kapatan bir kadın vardı. Kocasının benim taşındığım gün köyüne gittiğini, bugün öğleden sonra geleceğini, neden aradığımı sordu. Geceleri üst kattan gelen sesleri söyledim. Anlamaz şekilde yüzüme baktı. “Geceleri üst kattan sesler geliyor,” diye yineledim, “kocan gelince bana uğrasın.”
O gün hemen hiç çalışamadım, kulağım hep üst kattan gelecek bir ses bekliyordu. İki gecedir yarım yamalak uyuduğum için olsa gerek bir ara salondaki divanda içim geçmiş olmalı; o uykuda rüya olduğundan emin olduğum bir rüya gördüm.
Rüyamda, yatağımda uyuyordum, sonra birden gözlerimi açtım. Başımda bir adam dikilmişti, beyaz saçları, beyaz sakalı, ciddi ifadeli, kavruk, derin çizgiler olan bir yüzü vardı. Gözleri kahverengiydi. Bakışlarının sertliği de, yatak odamda olması da korkutmuştu beni, doğrulamaya çalıştım, beceremedim; birşeyler söylemek istedim, ağzımı açtım ama ses çıkmadı. Yüzünün bu kadar belirgin olmasına karşın bedenini tam olarak göremediğimi fark ettim, üzerinde yere kadar inen beyaz bir giysi vardı. Yatağın kenarından uzaklaştı, o uzaklaştıkça sanki çekimindeymişim gibi ben de doğruldum. Salona doğru ilerledik, ama geldiğimiz yer, daha evvelden hiç bilmediğim bir evde bir odaydı. Bir ranza vardı ve ranzanın üst katında hasta olduğunu bir şekilde bildiğim bir adam yatıyordu. Birden yanında bir kadın belirdi, adama kendisini hatırlayıp hatırlamadığını sordu. Hatırlıyorum, dedi adam, ablamsın. Ve seni almaya geldim, dedi kadın, şimdi yana dön ve kendini boşluğa bırak. Merak etme düşmeyeceksin, hafifleyeceksin, kendini çok iyi hissedeceksin, zaten ben seni tutacağım. Adam kıpırdamadı. Söylediklerini bir kez daha yineledi kadın. Adam yine kıpırdamadı. Kadın adamın yanına uzandı, sonra bir anda yerde gördüm ikisini de. Bak, dedi kadın, ne kadar kolaymış, ama ranzadan kendini bırakan sen olmalısın, ben sadece acı çekmeyeceğini göstermek istedim sana. Adamı yine ranzada yatarken gördüm. haydi gel, diyordu kadın, bırak kendini artık.
Rüyanın verdiği rahatsızlıktan mı, kapının çalmasından mı uyandım bilmiyorum ama ter içindeydim. Gelen kapıcıydı, bir şey söylememe fırsat vermeden, “Üst katta kimse oturmuyor,” diye iki gün evvel söylediğini tekrarladı. Sesi yine renksizdi, neden karımı rahatsız ettin, zaten oranın boş olduğunu söylemiştim gibilerinden bir ima yoktu.
“İki gecedir üst kattan gelen seslerden uyuyamıyorum. Sanki biri yürüyormuş, birileri konuşuyormuş gibi,” dedim. Sonra, sanki iki gecedir onca şeyi düşünen ben değilmişim gibi, “Ne bileyim, belki içeride fare filan vardır,” diye ilave ettim.
“Apartman eski. Rüzgar kapı, pencere aralarından girip uğultu yapıyor olabilir,” dedi.
Olabilecek en yumuşak sesimle konuştum.
“Çıkıp bir bakalım mı?”
Üst kat gerçekten boştu. O kadar uzun zamandır kullanılmamıştı ki, her yer toz içindeydi. Balkon kapısı da pencereler de kapalıydı. Elimde olmadan asılı resim var mı diye duvarlara baktım, yerlerdeki tozun üzerinde sürünen terliklerin izini aradı gözlerim. Salonda bir gece evvel sesleri duyduğum köşeye geldim, ne bir sandalye, ne de bir koltuk olmasına rağmen nerede oturup konuştuklarını canlandırmaya çalıştım. Uğultular göre adamın şurada karşısındakinin de burada oturduğuna karar verdim. Yatak odasıyla salon arasındaki koridora takıldı gözlerim, uzun değildi ama yine de nefes darlığı çeken, zor yürüyen biri için kat edilmesi zor bir mesafeydi. Salona bir divan koymuşlardır diye düşündüm, tuvalete de yakın,koltuğunun yanında, elinin kolayca ulaşabileceği mesafede mutlaka transistörlü bir radyo da vardır. Yürürken soluklanma aralarında destek aldığı masa salonun ortalarında, duvara dayalı olmalı, böylece zaten ufak olan salonu daha da küçültmez. Her işini sadece salonda yaşayarak halledebilir. Pencereden baktığında iyi kötü bir iki ağaç, sokağın bir bölümünü de görüyor. Mutfaktaki raflarda dairede önceden yaşamış olandan kalan bir bardak bile yoktu. Hoş mutfağı kullanmıyor ki, diye düşündüm; yemekleri kapıcının karısı getiriyor. Kendi tabak çatalını getiriyor, sonra evine götürüp yıkıyordur. Zaten yaşlı ve hasta biri ne kadar yiyebilir, günde kaç tabak kirletebilir ki?
Daire boştu, toz içindeydi ama baktığımda gece duyduğum seslerin yaşanmışlığını görebiliyordum. Gördüklerim bir toz perdesinin ardında da olsa canlıydı. Adı ruh olsun, beden olsun geceleri biri geliyordu bu daireye, hatta iki kişi de olabillirdi gelenler. Şimdi boş, toz içinde, uzun süredir insansızmış gibi görünmesi, geceleri de bu halde olduğunu göstermezdi ki...
O gece deliksiz bir uyku umuduyla içebildiğim kadar içtim. Nerede sızdığımı bile hatırlamıyorum, yatağımda da olabilir, koltukta da, salonda yerde de. Ama bu kez gecenin bir vaktinde beni uyandıran sesler sadece terlik sürtmesi, hırıtılı nefes, uğultular değildi. Müzik sesi geliyordu üst kattan, gürültüler geliyordu, söylenenleri anlamasam bile kahkahaları duyabiliyordum. Başım ağrıyordu, ağzımda sigaranın, içkinin tatları vardı ama yine de ayağa kalkmaya becerdim, düzgün yürüyebildim de. Kapımı açtım, merdivelerden çıkmaya başladım. Her basamakta sesler daha belirginleşiyor, müzik yükseliyor, kahkahalar da şenleniyordu.
Üst kattaki dairenin kapısı açıktı. Kim olduğumun sorulmayacağını; uzamış sakalımın, uykusuzluktan şiş gözlerimin kimsenin dikkatini çekmeyeceğini umarak içeri girdim.
İçki, sigara kokusu doluydu salon; gündüz düşlediğim gibi, masa duvara dayalıydı. Duvarlarda resimler asılıydı, hemen hepsi bakanı içine çeken neşeli manzara resimleriydi. Masanın üzerinde transistörlü radyo duruyordu. Duvarlardan birine yaskanmıi camlı dolabın içinde değişik bardaklar, bir iki tane de biblo sıralanmıştı. Pencerenin önünde iki tane koltuk vardı
Ve salonun loş bir köşesinde koltukta oturmakta olan yüz hatlarını tam olarak seçemediğim adam dışında odada başka kimse yoktu. Uğultuların, kahkahaların sahiplerini göremiyordum.
Adam kolunu kaldırdı, bir hareket yaptı ve müzik, kahkahalar bir anda kesildi. Karşısındaki koltupu gösterdi.
“Oturmaz mısın?
Büyülenmiş gibi koltuğa oturdum.
“Nerelerdeydin?” diye sordu. Yarı karanlıkta yüzünü görmeye çalıştığımı fark ettiğinde pek de yabancı gelmeyen bir kahlaha attı ve elinin bir hareketiylesalon aydınlandı.
Tek bir kelime söyleyemeden yüzüne bakıyordum.
“Buraya ilk geldiğinde çok erkendi, “ dedi. “Sen de kalamayacağını biliyordun. Kalmayı düşündüğünde, her şeyi terk edip kendini unutturabileceğine inandığında bile yapamayacağını biliyordun. Karın, çocukların, metresin, işin değildi peşinden koşacak olanlar. Sen kendini bırakmayacaktın. Geçmişini bir daha asla açmamak üzere bir sandığa koyup o sandığını adını bile bilmediğin bir ülkeye gönderemeyecektin. Hep bir yükün olacaktı. Sandık kendini sana hep hatırlatacaktı.
“Kahkaha atanlar, eğlenenler?” Yanıtını bildiğim bir soruydu sorduğum, kafamı toplamak vakit kazanmak istiyordum aslında.
“Öyle olabilirdi. İçindeki kendini yaşayabileceğin bir yaşam olabilirdi. Hiç yaşamadın. Sadece düşledin. Bilemezsin ki...”
“Bu kez sandıksız, yüksüz geldim,” dedim. “Sadece bir daktilom...”
Sözümü kesti.
“Biliyorum,” dedi. “Ama bu kez de çok geç geldin. Yetişmek istediğin her yere geç kaldın, vardığın yerlere de hep vaktinden önce gittin. Senin için bir başlangıç olamayan Yalnızlar apartmanı sadece sondan bir evvelki durak olacak. Burada tek bir şeyi yaşayabilirsin. Onu bulmak da sana kalmış...”
Bir sisin içine doğru yürür gibi, gözlerimin önünden yavaş yavaş kaybolurken, pencerenin pervazında bir çiçek olduğunu fark ettim.
Yerimden kalktım, ayaklarımı sürterek, arada bir sandalyeye veya masanın köşesine tutunarak, soluğumu toparlaya toparlaya köşedeki divana doğru yürümeye başladım. Uzun süredir, ilk defa, hiç olmadığım kadar huzurluydum.
24 Kasım 2008 Pazartesi
AĞABEYİMİN ARDINDAN
AĞABEYİMİN ARDINDAN
Gördüğüm kişi ağabeyim değildi; yolda görsem acıyarak bakacağım ama hastalığını bilmeme karşın, acaba o mu diye aklıma getirmeyeceğim biriydi. Kirli sarı renkte bir ten, çökmüş avurtlar, yuvalarından fırlamış, panik içinde, başına neyin geldiğini, olup bitenin ne olduğunu anlamayan ifadeyle etrafa bakan gözler, kurumuş, çatlamış dudaklar… Hava sanki görülen, yakalanabilen bir şeymiş gibi başını öne götürüp ağzını açarak solumaya çalışma… İyiden iyiye incelmiş, derisi kemikler görülecek kadar saydamlaşmış parmaklarıyla kavradığı bardağı titreyen elleriyle zar zor ağzına yaklaştırıp bir yudum suyu içerken bile zorlanması… Şişten öte şiş bir karın… Konuşurken iki kelime arasında nefes almaya çalışması…
“Çok kötüyüm,” dedi ilk söz olarak.
“Sen kimsin?” diye haykırmak istedim, “ağabeyimin evinde, onun koltuğunda, onun kimliğinde oturan kişi, söyle kimsin sen? Dur bakalım bir dakika! Bu kadar kolay mı bir insanın kimliğini almak? Bu kadar kolay mı onun giysilerini, evini sahiplenmek? Senin ağabeyim olmadığını anlamayacak kadar aptal mı zannediyorsun beni? Onun sesini bile taklit edemiyorsun! O gür bir sesle konuşurdu, kelimeleri ardarda söylerdi, vurgular yapardı. Sense, ‘Kötüyüm,’ derken bile tıkanıyorsun. İki cümlesinin biri karşısındakini mutlaka güldürürdü. Sense iki kelimeyi bile bir araya getiremiyorsun! Üstelik iri yarı biriydi ağabeyim, kapılardan sığmazdı, uzun boyluydu, yapılıydı. Senin gibi yürümekten aciz, ufalmış, iki büklüm biri değildi. Rengi de seninkine benzemiyordu, senin gibi hasta görünümde değildi. Parmakları kalındı, elleri titremezdi. Gerçekten kötü birisin sen, ağabeyimin yerine geçip beni kandırmaya çalıştığın için. Söyle, sen kimsin?”
“Ne oldu bana? Halime bak. Hani böyle olmayacaktı?” dedi.
Pijamasının üstünü yukarı çekti, karnı davul gibi şiş ve gergindi. Cildinin üzerinde örümcek ağı gibi damarlar belirmişti. Sağ tarafa elini koydu, “Burası ağrıyor,” dedi, öksürükler ve nefes alma çabaları arasında. Tam karşımda oturuyordu ve güneş sahneyi aydınlatan ışık misali tam gösterdiği yere vuruyordu. “Biraz kaşır mısın burayı?” diye sordu.
“Kaşırsam ağabeyimin nerede olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum içimden, sonra yanına gittim, kaşımaya başladım. Sanki az bir bastırsam cildi delinecek ve içindekiler dışarı akacaktı. “Orada, dokunduğun yerde, içimde kötü bir şeyler var,” dedi, “kurtar beni onlardan.” Yanıtlamadım. Hafifçe inliyordu. Ağlamaya başladı. Söyleyecek kelime bulamamanın paniğine düştüm bir anda. “Bir şeyler yedin mi?” gibi aptalca bir soru sordum. “İçim istemiyor,” diye yanıtladı.
Kaşımayı bıraktım, teşekkür etti. Karşısındaki koltuğa oturdum yine. Tabii ki yemek için kendisini zorlamasının anlamsız olduğunu, ama ne bileyim, önünde sürekli olarak beyaz peynir veya sevdiği başka bir şey olduğu takdirde gün boyu azar azar yiyebileceğini söylediğim bilgece bir konuşma yaptım.
“Yalnız kalmaktan korkuyorum,” dedi.
“Dokunulmak istiyorum,” dedi.
“Yani,” dedim içimden, “sen ağabeyimin yerini aldığını zanneden pis, sefil yaratık, ağabeyim olduğun yönünde beni kandırmak için bula bula onun dokunulma isteğini mi buldun? Ben ona sarıldığımda o da bana öyle bir sarılırdı ki, nefes alamazdım kimi zaman. Sarıldığı zaman öyle bir ‘Ahmet’ciğim,’ derdi ki, hissederdim sevgisini. Sense, nereden öğrendiysen adımı, sadece ‘Ahmet,’ diyorsun, onu da tıkana tıkana zar zor telaffuz ediyorsun.”
Aslında, “Bana dokunun,” derken söylemek istediği, “beni yaşadığıma inandırın”dı. Titreyen elleriyle kendine dokunduğunda, yerini, kimliğini almış olan, tanıdığı Cem’i gün be gün yok eden, bir senedir savaştığı ama ne olduğunu bilmediği bir şeyle temas ediyordu. Kendi eli olması gereken beş parmaklı uzuv, yıllardır olduğu gibi başına, karnına, göğsüne, kolunun erişebileceği her yere gidiyordu. Ama temas sonrasında algıladığı her zamankinden farklıydı. Bir başkasıydı dokunduğu ama vücut kendi vücuduydu; el de kendi eli. Düştüğü şaşkınlıktan kurtulmak için de, “Bana dokunun,” diyordu, “dokunun ve benim hâlâ ben olduğumu söyleyin.”
Yerinden kalktı, kanepeye uzandı, yan döndü. “Rica etsem sırtımı kaşır mısın?”
Halıya oturdum, sırtını kaşımaya başladım.
“Akşamları kötü oluyorum,” dedi. “Sence neden acaba?”
“Gece olduğunda hastalar için vakit geçmek bilmez. Karanlık her zaman korkutucudur. Hasta olmayan insan bile yalnız kalmaktan korkar. Geceleri ise yalnızlık duygusunun doruğa çıktığı zamanlardır. Ama korkmana gerek yok. Uykun geldiğinde kendini rahat bırak ve uyu. Gevşek olmaya çalış. Merak etme geceleri hiçbir şey olmaz. Bak, geceleri uyuyamadığın için gündüzleri halsiz oluyorsun. O yüzden beslenmen bozuluyor. Kan sayımın hep düşük çıkıyor. İstersen şimdi uyu, ben yanındayken.”
Bunları söylediğimi ağabeyim duysaydı kahkahalarla gülerdi. Yine yazarlığımın tuttuğunu söylerdi. Başkasına anlatırken de dalga geçerdi. Ama onun yerine geçmeye çalışan kişi uyudu.
Teorik çözümler ne kolay, değil mi? Ve insana yönelik teorik çözümlerin uygulanabilenleri ne kadar az?
Sonra uyandı. Menemen yaptım, yedi.
Sonra su içti.
Sonra bacaklarına masaj yaptırdı.
Sonra soda içmesinde zarar olup olmadığını sordu.
Sonra kollarını sıkmamı istedi.
Sonra yattı.
Sonra kalktı, saati sordu.
Sonra çay istedi.
Sonra birinin gelip kendisine biyoenerji verdiğini, faydalı olup olmayacağını sordu.
Sonra çok sıvı almasının yararlı olup olmayacağını sordu.
Sonra tekrar sırtını kaşıttı.
Akşam balık vardı. Ayıkladım, yedi.
Sonra yorgun olduğunu ve içeri gidip uzanacağını söyledi. Ben de kalkınca neden yemediğimi sordu.
“Ağabeyimle yemeklerde sohbet ederdik. Önce içki içerken tadımlık bir şeyler getirtirdik. Sonra salata, ana yemek gelirdi. Etraftakilere bakıp onlar hakkında konuşurduk. Kimisini evlendirirdik, kimisinin daha toy olduğuna karar verirdik. Kimisi için, bizim yanımızda olsaydı neler konuşacağımızı düşlerdik. Sonra kahve içmeye başka yere giderdik. Sonra eve döndüğümüzde gece konuşmaları başlardı. Yine kahve içerdik. Televizyondaki program hakkında konuşurduk. Geçmişte yaptıklarımızdan bahsederdik. Gelecekte yapacaklarımızı alatırdık birbirimize. Birlikte yapacağımız şeyleri düşlerdik. Fıkralar anlatırdık. Dalga geçerdik.
“Şimdi sen, onun kılığında, karşıma geçmiş hem konuşmuyorsun, hem de yemiyorsun. Protesto ediyorum, ben de yemiyorum.”
Doyduğumu söyledim.
Akşam yatarken, ertesi sabah yanıma gelip gelemeyeceğini sordu.
Sabah, sanki onu geleceği anı biliyormuşum veya uyandığımı biliyormuş gibi, gözlerimi açtığım anda odaya geldi. Yatağın kenarına oturdu.
“Uzanacağım ama bacaklarımın arasında şarap şişeleri var.”
“Şimdi kaldırıyorum onları ağabey,” dedim yattığım yerden, “ haydi şimdi yat.”
“Ama kitaplar açık, sayfalarına ne olacak?”
“Onları da kapatırız. Bak, oldu bile.”
Uzandı, kollarını, sırtını okşamaya başladım. Bir süre sessiz kaldı.
“Bu kâbuslar, içinde olduğum zaman da kötü, olmadığım zaman da.”
“Önemli değil ağabey, ben de çok görürdüm.”
Günceme ağabeyimin geçen yıl gördüğü bir rüyayı yazmışım.
8 Ağustos, saat sabah karşı iki.
Biraz evvel ağabeyim uyandı. “Ölmemek için geldim,” diye çıktı odasından. Rüyasını anlattı:
Bir priz işi varmış ve o prizleri alanlar belli bir saatte öleceklermiş. O da ölecekler arasındaymış. Ölüme gelenler için bir tören yapılacakmış. Ağabeyim de bir sürü şeyler hazırlamış tören için; duvar kağıtları, süsler falan filan. Bunları hazırlamak için çok uğraşmış ve yorulmuş. Sonra bir sürü insan içinde yataklar olan bir odaya geçmişler. Saat onda hepsi öleceklermiş. Herkes yatmış. Ağabeyim bakmış, yatıp yorganı çeken ölecek, “Ölmemek için ne yapabilirim?” diye düşünmeye başlamış. Orada birini görmüş yardım istemek için konuşmaya çalışmış ama adam yüz vermemiş. O da bunu üzerine elindeki prizi ona fırlatmış. Priz adam gidene kadar köstekl saate dönüşmüş. Adam da saati ağabeyime geri fırlatmış. Konuşmamışlar. Sonra ağabeyim bakmış, herkes yatmış ve ölüm saati yaklaşıyor. Sıkıldığı veya konuşmak istediği takdirde yanıma gelebileceğini söylediğimi hatırlamış. Rüyasında odadan çıkmış. Balkondaymışım. Önümüz denizmiş ve teknelere işaretler yapıyormuşum. Onun üzerine, “Bu öyle olmayacak,” diyerek uyanmış.
Şimdi koltukta uyuyor.
Birkaç gece evvel de rüyasında merhum babasını gördüğünü söylemişti. Babası rüyasında önce, “Gel, bekliyorum,” demiş sonra da, “Gelme,” demiş.
Bu rüyaların sonuna, “Yorumları açık ve olumlu. Hastalıkla savaşacak,” yazmışım.
“Saçmalıyorum, değil mi?”
“Niye saçmalık olsun ki ağabey? Anlatman daha iyi, duymak isterim.”
Sessiz kaldı. Konu değiştirmek için yakınlarda poğaça, simit alabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Bir sokak ötedeki pastaneyi tarif etti, sonra birlikte gitmemizi istedi.
Sokağa çıktığımızda, “Biliyor musun?” dedi, “üç aydır ilk defa çıkıyorum.”
Yüz elli meterlik yolu yirmi dakikada yürüyüp pastaneye vardık. Oturduk, birer portakal suyu söyledik.
“Denizi o kadar özledim ki…”
“Seyretmeyi mi, girmeyi mi?”
“Girmeyi.”
“İstanbul’a gelebilirsin.”
“Nasıl?”
“Yataklıyla veya arabayla. Her gün görüşebiliriz, hiç de yalnız kalmasın.”
Dönüşte koluma girdi. Yorulduğunu söyledi, bir ağaca tutundu. Sanki ilk defa görüyormuş gibi etrafa bakmaya başladı.
“Buraları ne kadar değişti, değil mi?” diye konu açmaya çalıştım, yanıtlamadı.
Öğleden sonra bir ara yine ağladı. İyi olacağına inandırılmış ve sonrasında kandırıldığını anlamış olmasının verdiği ikilemle, artık kendi için bir şey yapamayacağını algılamanın isyanından doğan gözyaşlarıydı döktükleri.
Akşam ayrılmadan önce, bacaklarına masaj yapmamı istedi. Sonra, “Tabanlarıma dokunur musun?” dedi, “sonra da ayak parmaklarıma?”
Dışarıya karanlık çökmüşken, televizyonun sadece görüntüsü varken, odada kimsenin konuşmadığı o anda, ağabeyimin yerini almış kişiyi de sevmeye başladığımı fark ettim. Eskiden incecik olduğunu bildiğim, şimdi ise şişmiş olan o bacaklar çocukluğumda, okuldan geldiğimde gazete kağıdını top haline getirip benimle maç yapan; eski evin terasında bana poz verdirip resmimi çeken; bir tahtaya çiviler çakıp onu futbol sahasıa dönüştüren; Ankara’dan dönüşünü her seferinde heyecanla beklediğim, bir çok açıdan kendimle özdeşleştirdiğim, benzemeye çalıştığım birine aitti bir zamanlar. Ve ağabeyim, yerini almış o kişiyle yaşamak zorunda kaldığına göre, ben de yanında olabilirdim.
Trene bindiğim zaman elimde olmadan ağlamaya başladım. Biri geldi kompartmana. Neden ağladığımı sordu. “Hiç, önemli bir şey yok,” anlamında elimi salladım.
Aslında, “Çok seveceğimi zannettiğim biriyle tanıştım,” demek istiyordum.
Gördüğüm kişi ağabeyim değildi; yolda görsem acıyarak bakacağım ama hastalığını bilmeme karşın, acaba o mu diye aklıma getirmeyeceğim biriydi. Kirli sarı renkte bir ten, çökmüş avurtlar, yuvalarından fırlamış, panik içinde, başına neyin geldiğini, olup bitenin ne olduğunu anlamayan ifadeyle etrafa bakan gözler, kurumuş, çatlamış dudaklar… Hava sanki görülen, yakalanabilen bir şeymiş gibi başını öne götürüp ağzını açarak solumaya çalışma… İyiden iyiye incelmiş, derisi kemikler görülecek kadar saydamlaşmış parmaklarıyla kavradığı bardağı titreyen elleriyle zar zor ağzına yaklaştırıp bir yudum suyu içerken bile zorlanması… Şişten öte şiş bir karın… Konuşurken iki kelime arasında nefes almaya çalışması…
“Çok kötüyüm,” dedi ilk söz olarak.
“Sen kimsin?” diye haykırmak istedim, “ağabeyimin evinde, onun koltuğunda, onun kimliğinde oturan kişi, söyle kimsin sen? Dur bakalım bir dakika! Bu kadar kolay mı bir insanın kimliğini almak? Bu kadar kolay mı onun giysilerini, evini sahiplenmek? Senin ağabeyim olmadığını anlamayacak kadar aptal mı zannediyorsun beni? Onun sesini bile taklit edemiyorsun! O gür bir sesle konuşurdu, kelimeleri ardarda söylerdi, vurgular yapardı. Sense, ‘Kötüyüm,’ derken bile tıkanıyorsun. İki cümlesinin biri karşısındakini mutlaka güldürürdü. Sense iki kelimeyi bile bir araya getiremiyorsun! Üstelik iri yarı biriydi ağabeyim, kapılardan sığmazdı, uzun boyluydu, yapılıydı. Senin gibi yürümekten aciz, ufalmış, iki büklüm biri değildi. Rengi de seninkine benzemiyordu, senin gibi hasta görünümde değildi. Parmakları kalındı, elleri titremezdi. Gerçekten kötü birisin sen, ağabeyimin yerine geçip beni kandırmaya çalıştığın için. Söyle, sen kimsin?”
“Ne oldu bana? Halime bak. Hani böyle olmayacaktı?” dedi.
Pijamasının üstünü yukarı çekti, karnı davul gibi şiş ve gergindi. Cildinin üzerinde örümcek ağı gibi damarlar belirmişti. Sağ tarafa elini koydu, “Burası ağrıyor,” dedi, öksürükler ve nefes alma çabaları arasında. Tam karşımda oturuyordu ve güneş sahneyi aydınlatan ışık misali tam gösterdiği yere vuruyordu. “Biraz kaşır mısın burayı?” diye sordu.
“Kaşırsam ağabeyimin nerede olduğunu söyleyecek misin?” diye sordum içimden, sonra yanına gittim, kaşımaya başladım. Sanki az bir bastırsam cildi delinecek ve içindekiler dışarı akacaktı. “Orada, dokunduğun yerde, içimde kötü bir şeyler var,” dedi, “kurtar beni onlardan.” Yanıtlamadım. Hafifçe inliyordu. Ağlamaya başladı. Söyleyecek kelime bulamamanın paniğine düştüm bir anda. “Bir şeyler yedin mi?” gibi aptalca bir soru sordum. “İçim istemiyor,” diye yanıtladı.
Kaşımayı bıraktım, teşekkür etti. Karşısındaki koltuğa oturdum yine. Tabii ki yemek için kendisini zorlamasının anlamsız olduğunu, ama ne bileyim, önünde sürekli olarak beyaz peynir veya sevdiği başka bir şey olduğu takdirde gün boyu azar azar yiyebileceğini söylediğim bilgece bir konuşma yaptım.
“Yalnız kalmaktan korkuyorum,” dedi.
“Dokunulmak istiyorum,” dedi.
“Yani,” dedim içimden, “sen ağabeyimin yerini aldığını zanneden pis, sefil yaratık, ağabeyim olduğun yönünde beni kandırmak için bula bula onun dokunulma isteğini mi buldun? Ben ona sarıldığımda o da bana öyle bir sarılırdı ki, nefes alamazdım kimi zaman. Sarıldığı zaman öyle bir ‘Ahmet’ciğim,’ derdi ki, hissederdim sevgisini. Sense, nereden öğrendiysen adımı, sadece ‘Ahmet,’ diyorsun, onu da tıkana tıkana zar zor telaffuz ediyorsun.”
Aslında, “Bana dokunun,” derken söylemek istediği, “beni yaşadığıma inandırın”dı. Titreyen elleriyle kendine dokunduğunda, yerini, kimliğini almış olan, tanıdığı Cem’i gün be gün yok eden, bir senedir savaştığı ama ne olduğunu bilmediği bir şeyle temas ediyordu. Kendi eli olması gereken beş parmaklı uzuv, yıllardır olduğu gibi başına, karnına, göğsüne, kolunun erişebileceği her yere gidiyordu. Ama temas sonrasında algıladığı her zamankinden farklıydı. Bir başkasıydı dokunduğu ama vücut kendi vücuduydu; el de kendi eli. Düştüğü şaşkınlıktan kurtulmak için de, “Bana dokunun,” diyordu, “dokunun ve benim hâlâ ben olduğumu söyleyin.”
Yerinden kalktı, kanepeye uzandı, yan döndü. “Rica etsem sırtımı kaşır mısın?”
Halıya oturdum, sırtını kaşımaya başladım.
“Akşamları kötü oluyorum,” dedi. “Sence neden acaba?”
“Gece olduğunda hastalar için vakit geçmek bilmez. Karanlık her zaman korkutucudur. Hasta olmayan insan bile yalnız kalmaktan korkar. Geceleri ise yalnızlık duygusunun doruğa çıktığı zamanlardır. Ama korkmana gerek yok. Uykun geldiğinde kendini rahat bırak ve uyu. Gevşek olmaya çalış. Merak etme geceleri hiçbir şey olmaz. Bak, geceleri uyuyamadığın için gündüzleri halsiz oluyorsun. O yüzden beslenmen bozuluyor. Kan sayımın hep düşük çıkıyor. İstersen şimdi uyu, ben yanındayken.”
Bunları söylediğimi ağabeyim duysaydı kahkahalarla gülerdi. Yine yazarlığımın tuttuğunu söylerdi. Başkasına anlatırken de dalga geçerdi. Ama onun yerine geçmeye çalışan kişi uyudu.
Teorik çözümler ne kolay, değil mi? Ve insana yönelik teorik çözümlerin uygulanabilenleri ne kadar az?
Sonra uyandı. Menemen yaptım, yedi.
Sonra su içti.
Sonra bacaklarına masaj yaptırdı.
Sonra soda içmesinde zarar olup olmadığını sordu.
Sonra kollarını sıkmamı istedi.
Sonra yattı.
Sonra kalktı, saati sordu.
Sonra çay istedi.
Sonra birinin gelip kendisine biyoenerji verdiğini, faydalı olup olmayacağını sordu.
Sonra çok sıvı almasının yararlı olup olmayacağını sordu.
Sonra tekrar sırtını kaşıttı.
Akşam balık vardı. Ayıkladım, yedi.
Sonra yorgun olduğunu ve içeri gidip uzanacağını söyledi. Ben de kalkınca neden yemediğimi sordu.
“Ağabeyimle yemeklerde sohbet ederdik. Önce içki içerken tadımlık bir şeyler getirtirdik. Sonra salata, ana yemek gelirdi. Etraftakilere bakıp onlar hakkında konuşurduk. Kimisini evlendirirdik, kimisinin daha toy olduğuna karar verirdik. Kimisi için, bizim yanımızda olsaydı neler konuşacağımızı düşlerdik. Sonra kahve içmeye başka yere giderdik. Sonra eve döndüğümüzde gece konuşmaları başlardı. Yine kahve içerdik. Televizyondaki program hakkında konuşurduk. Geçmişte yaptıklarımızdan bahsederdik. Gelecekte yapacaklarımızı alatırdık birbirimize. Birlikte yapacağımız şeyleri düşlerdik. Fıkralar anlatırdık. Dalga geçerdik.
“Şimdi sen, onun kılığında, karşıma geçmiş hem konuşmuyorsun, hem de yemiyorsun. Protesto ediyorum, ben de yemiyorum.”
Doyduğumu söyledim.
Akşam yatarken, ertesi sabah yanıma gelip gelemeyeceğini sordu.
Sabah, sanki onu geleceği anı biliyormuşum veya uyandığımı biliyormuş gibi, gözlerimi açtığım anda odaya geldi. Yatağın kenarına oturdu.
“Uzanacağım ama bacaklarımın arasında şarap şişeleri var.”
“Şimdi kaldırıyorum onları ağabey,” dedim yattığım yerden, “ haydi şimdi yat.”
“Ama kitaplar açık, sayfalarına ne olacak?”
“Onları da kapatırız. Bak, oldu bile.”
Uzandı, kollarını, sırtını okşamaya başladım. Bir süre sessiz kaldı.
“Bu kâbuslar, içinde olduğum zaman da kötü, olmadığım zaman da.”
“Önemli değil ağabey, ben de çok görürdüm.”
Günceme ağabeyimin geçen yıl gördüğü bir rüyayı yazmışım.
8 Ağustos, saat sabah karşı iki.
Biraz evvel ağabeyim uyandı. “Ölmemek için geldim,” diye çıktı odasından. Rüyasını anlattı:
Bir priz işi varmış ve o prizleri alanlar belli bir saatte öleceklermiş. O da ölecekler arasındaymış. Ölüme gelenler için bir tören yapılacakmış. Ağabeyim de bir sürü şeyler hazırlamış tören için; duvar kağıtları, süsler falan filan. Bunları hazırlamak için çok uğraşmış ve yorulmuş. Sonra bir sürü insan içinde yataklar olan bir odaya geçmişler. Saat onda hepsi öleceklermiş. Herkes yatmış. Ağabeyim bakmış, yatıp yorganı çeken ölecek, “Ölmemek için ne yapabilirim?” diye düşünmeye başlamış. Orada birini görmüş yardım istemek için konuşmaya çalışmış ama adam yüz vermemiş. O da bunu üzerine elindeki prizi ona fırlatmış. Priz adam gidene kadar köstekl saate dönüşmüş. Adam da saati ağabeyime geri fırlatmış. Konuşmamışlar. Sonra ağabeyim bakmış, herkes yatmış ve ölüm saati yaklaşıyor. Sıkıldığı veya konuşmak istediği takdirde yanıma gelebileceğini söylediğimi hatırlamış. Rüyasında odadan çıkmış. Balkondaymışım. Önümüz denizmiş ve teknelere işaretler yapıyormuşum. Onun üzerine, “Bu öyle olmayacak,” diyerek uyanmış.
Şimdi koltukta uyuyor.
Birkaç gece evvel de rüyasında merhum babasını gördüğünü söylemişti. Babası rüyasında önce, “Gel, bekliyorum,” demiş sonra da, “Gelme,” demiş.
Bu rüyaların sonuna, “Yorumları açık ve olumlu. Hastalıkla savaşacak,” yazmışım.
“Saçmalıyorum, değil mi?”
“Niye saçmalık olsun ki ağabey? Anlatman daha iyi, duymak isterim.”
Sessiz kaldı. Konu değiştirmek için yakınlarda poğaça, simit alabileceğim bir yer olup olmadığını sordum. Bir sokak ötedeki pastaneyi tarif etti, sonra birlikte gitmemizi istedi.
Sokağa çıktığımızda, “Biliyor musun?” dedi, “üç aydır ilk defa çıkıyorum.”
Yüz elli meterlik yolu yirmi dakikada yürüyüp pastaneye vardık. Oturduk, birer portakal suyu söyledik.
“Denizi o kadar özledim ki…”
“Seyretmeyi mi, girmeyi mi?”
“Girmeyi.”
“İstanbul’a gelebilirsin.”
“Nasıl?”
“Yataklıyla veya arabayla. Her gün görüşebiliriz, hiç de yalnız kalmasın.”
Dönüşte koluma girdi. Yorulduğunu söyledi, bir ağaca tutundu. Sanki ilk defa görüyormuş gibi etrafa bakmaya başladı.
“Buraları ne kadar değişti, değil mi?” diye konu açmaya çalıştım, yanıtlamadı.
Öğleden sonra bir ara yine ağladı. İyi olacağına inandırılmış ve sonrasında kandırıldığını anlamış olmasının verdiği ikilemle, artık kendi için bir şey yapamayacağını algılamanın isyanından doğan gözyaşlarıydı döktükleri.
Akşam ayrılmadan önce, bacaklarına masaj yapmamı istedi. Sonra, “Tabanlarıma dokunur musun?” dedi, “sonra da ayak parmaklarıma?”
Dışarıya karanlık çökmüşken, televizyonun sadece görüntüsü varken, odada kimsenin konuşmadığı o anda, ağabeyimin yerini almış kişiyi de sevmeye başladığımı fark ettim. Eskiden incecik olduğunu bildiğim, şimdi ise şişmiş olan o bacaklar çocukluğumda, okuldan geldiğimde gazete kağıdını top haline getirip benimle maç yapan; eski evin terasında bana poz verdirip resmimi çeken; bir tahtaya çiviler çakıp onu futbol sahasıa dönüştüren; Ankara’dan dönüşünü her seferinde heyecanla beklediğim, bir çok açıdan kendimle özdeşleştirdiğim, benzemeye çalıştığım birine aitti bir zamanlar. Ve ağabeyim, yerini almış o kişiyle yaşamak zorunda kaldığına göre, ben de yanında olabilirdim.
Trene bindiğim zaman elimde olmadan ağlamaya başladım. Biri geldi kompartmana. Neden ağladığımı sordu. “Hiç, önemli bir şey yok,” anlamında elimi salladım.
Aslında, “Çok seveceğimi zannettiğim biriyle tanıştım,” demek istiyordum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)